17 Haziran 2013 Pazartesi

Trevi Çeşmesi

üçyol çeşmesi
  
  Bu yazıda sizlerle ilginç; belki de daha önce hiç denenmemiş bir şey yapmak istiyorum: Bir bilinmeze yolculuk etmek. Roma’da Poli Sarayı’nın tam kenarında bulunan Klasik ve Barok karışımı olarak yapılmış, dünyadaki en ünlü çeşmelerden birisi olan Fontana di Trevi’yi mutlaka duymuşsunuzdur. Daha önce gitmediyseniz benimle gelin ve sizi küçük, hayali bir yolculuğa çıkarayım.

  İşte başlıyoruz. Şimdi iyi dinleyin, yoğunlaşmak zorundasınız! Beşten bire kadar sayacağım ve kendinizi rahatlamış, hikâyeye yoğunlaşmış hissedeceksiniz. Beş; göz kapaklarınız iyice açılıyor. Dört; hikâyemi sabırsızlıkla bekliyorsunuz. Üç; yoğunlaşma çabanız gittikçe derinleşiyor. İki; artık elimdesiniz. Bir; şu an Roma’dasınız.

  Saat 12’yi geçeli çok olmamış ki Roma’nın gri, taşlı yollarının yarısında hala güneş var. Bu nedenle siz yolun diğer yarısından yürüyorsunuz. Pencerelerinde zarif demir parmaklıklar bulunan üç-dört katlı beyaz evlerin bulunduğu sokakta ilerlerken, sanatın ve mimarinin bu sokakta iç içe geçtiğini fark ediyorsunuz. Yollar öylesine düzenli ve temiz ki; ne bir çöp yığınına ne de gökyüzünü ortadan ikiye böler gibi asılı duran, karmakarışık elektrik kablolarına rast geliyorsunuz. Bir de sağlı sollu park edilmiş şu küçük otomobiller olmasa…

  Geç de olsa, sokak lambalarının binaların üzerlerinde bulunduğunu fark ediyorsunuz. Tıpkı filmlerde olduğu gibi, siyah, süslemeli sokak lambaları… Şehrin dokusuna ise diyecek bir şey yok; gri taşlı yollar, sarı, turuncu ve beyaz gibi insanın içini açan renklerde binalar, farklı renk ve ebatlarda kapılar ve pencereler, son olarak da ara ara gördüğünüz satıcılar. Bir de şu sağlı sollu park edilmiş küçük otomobiller olmasa… Az önce bir tanesinden yansıyan güneş ışığı gözünüzü deldi de geçti ya…

  Bir dört yol ağzına geldiniz. Karşıdan gelen kalabalığa bakılacak olursa önemli bir yere gelmiş olmalısınız. Hız kesmeden devam ediyorsunuz; sol köşedeki "Snack Bar"da oturan teyze size doğru bakıyor. Bir iki insanla daha göz göze geldiniz. Hava oldukça sıcak, çantanızdan bir şişe su çıkarıp lıkır lıkır içiyorsunuz.

  Kalabalığa karışmaya bir iki adım kaldı. Yüzünüzde hafif bir esinti hissedeceksiniz. Ancak bu rüzgârın değil; kalabalığın getirdiği esinti olacak. O halde hazırsınız; kalabalığın içine daldınız. Yer yer boşluklar var; tıpkı Türkiye’deki halk pazarlarında olduğu gibi. Boşlukları geçerek ilerliyorsunuz. Önünüzdeki yol koca bir alana açılıyor ya da en azından öyle görünüyor.

  Sokağın kenarındaki son dükkânı da geçtikten sonra kocaman zannettiğiniz alana geldiniz. O kadar da büyük değilmiş sanırım; fakat oldukça kalabalık. Sağ köşede kalan binaya çarptı gözünüz. Ortalarında Ayçiçeğine benzer bir figür taşıyan iki melek, binanın sivri köşesinde duruyor. Tabii Roma’dasınız, melek figürlerine artık alışık olmalısınız.

  Orta alana doğru ilerliyorsunuz. Güneş burada iyice hissedilir oldu ancak güneş gözlüklerinizi takma zamanı değil. Öyle ya, dünyanın en ünlü çeşmelerinden birinin önündesiniz; biraz geriye doğru çekilin ve izleyin. Şimdi kalabalığın arasından sıyrıldınız ve çeşmenin hemen dibine yerleştiniz. Etraftaki insanlar çeşitli dillerde konuşup çeşmeyi işaret ediyorlar. Solda ise bir turist rehberi, İngilizce olarak çeşmenin tarihi hakkında bilgi veriyor. Siz de biraz kulak kabartıyorsunuz; hikayeye göre Roma ordusu savaştan dönerken uzun bir süre su bulamamış. Derken karşılarına çıkan çok güzel bir kız, eğer bulundukları yeri kazırlarsa su çıkacağını söylemiş.

  Sağınızda kalan Japon gezginler pek de oralı değiller anlaşılan. Ellerinde bir fotoğraf makinesi, her açıdan çeşmenin fotoğrafını çekiyorlar. Belki de Japon değil; Çinlidir ha? Belki de bu ünlü çeşmeyi taklit edeceklerdir?

  Biraz geriye çekilip yapıyı incelemenin vakti artık gelmiş olmalı. Yarım dairelik bir alanda kurulu olan çeşme, Barok tarzı bir binanın hemen önünde duruyor. Yapıya soğuk, taş grisi renkler hakim. Binanın orta kısmında, ayrıca çeşmenin hemen üzerinde, vücudunun üst kısmını tüm çıplaklığıyla görebildiğimiz güçlü bir Tanrı figürü, deniz kabuğunun içinde ayakta duruyor. Beline sarılmış büyük bir peştamal yerlere değiyor. Hemen altında, sağında ve solunda olmak üzere iki tane kanatlı at şahlanıyor. Kanatlı atların yanlarında çırılçıplak iki erkek figürü hemen göze çarpıyor. Sağda duran adam, atı dizginlemek için epey uğraşıyor; soldaki ise bir eliyle atın yelesini kavramış, diğer eliyle de üflediği deniz kabuğunu tutuyor.

  Tanrı figürünün hemen arkasında, dört kolon ile ayakta duruyor gibi gözüken, duvara gömme bir yarım kubbe bulunuyor. Kubbenin solunda ve sağında ise iki kadın figürü… Kadınların hemen üzerinde ise Roma askerlerinin alanı kazıdığını gösteren kabartmalar bulunuyor.

  Oldukça yorucu değil mi, böyle bir mimari şaheseri bir baştan bir başa incelemek. Etrafa tekrar kulak kabartma zamanı. Hemen solunuzda bulunan bir çift havuza para atma geleneğinden bahsediyor. Güya havuza arkanızı dönüp sol elinizle para atarsanız Roma’ya tekrar gelecekmişsiniz. Denemeye değer belki… Yavaşça havuza arkanızı dönüyorsunuz; fakat bunu yaparken koca bir kalabalıkla göz göze geldiğiniz için biraz utanıyorsunuz. Daha sonra sizden cesaret alan birkaç kişinin de aynı şeyi yaptığını görünce biraz güleceksiniz. Ancak şimdi gülme sırası değil; sol cebinizde bulunan bozukluklara uzandınız ve elinize gelen parayı alarak havuza doğru fırlattınız. Belki de gerçekten işe yarar he? Bunu nasıl anlayabilirsiniz? Çok basit, eğer bu yazıya tekrar dönerseniz işe yaramış demektir.

2 Nisan 2013 Salı

Kedi, Ejderha ve Kartvizit

  Bir zamanlar üç oğlu olan bir değirmenci varmış. Değirmenci büyük oğluna değirmenini, ortanca oğluna eşeğini, küçük oğluna da kedisini miras bırakmış. Değirmenci öldüğünde miras yerini bulmuş; ancak küçük oğlu bu duruma çok üzülmüş. "Kedi ne işine yarar ki insanın?" diye yakınmış, "Pişirip yiyemezsin bile." Kedi bunu duymuş ve hemen cevap vermiş: "Böyle düşünmeyin efendim. Eğer bana balık tutmayı öğretirseniz kötü bir mirasa sahip olmadığınızı görürsünüz."

  Şaşkınlıktan ağzı bir karış açık kalan çocuk, kedinin isteğini yerine getirmiş. Onu köyün yakınlarındaki bir göle götürüp orada balık tutmayı öğretmiş. Kedi bunun üzerine efendisinden bir hafta süre istemiş. İki gün boyunca balık tutan kedi, yakaladıklarını su dolu bir kovanın içinde tutmuş. Balıkları efendisine değil, kente yakın yerde kurulan büyük bir pazara götürüp satmış. Kazandığı parayla şehirdeki bir ofsete gidip efendisi için kartvizit bastırmış.

  Kedi eve dönerken kartvizitleri her yana dağıtmış. Eve döndüğünde ise kartvizitleri efendisine göstermiş. "Ejderha avcısı mı? Delirdin mi sen, ne yaptığını zannediyorsun?" diye çıkışmış kartvizitleri gören çocuk. "Bana güvenin efendim, sizden biraz daha zaman istiyorum. Neler olacağını göreceksiniz." Çocuk, kızgınlıkla kartvizitleri yerlere saçmış ve şöyle demiş: "Zaman mı vereyim? Zaman versem ne olacak ki? Git ve bir daha karşıma çıkma!"

  Evden kovulan kedi, doğruca şehre giderek kralı görmek istediğini söylemiş. Kediyi kralın huzuruna çıkarmışlar. "Kralım, çok üzgün olduğunuzu duydum. Kızınız, Asabi Ejderha’nın ininde esir tutuluyormuş; ama merak etmeyin, size güzel haberlerle geldim." Kedi, cebinden çıkardığı kartviziti krala sunmuş ve kendisinin, efendisi tarafından bizzat yollandığını söylemiş.

  Ertesi gün kral, birkaç şövalyesini değirmencinin oğluna yollamış. Kapıdaki şövalyeleri gören çocuk oldukça şaşırmış. Ne için geldiklerini duyunca daha da şaşırmış. "Ama nasıl olur? Bir yanlışlık olmalı. O kişi ben değilim." diye yakarmış çocuk; ancak şövalyeleri ikna edememiş. "Buraya gelene kadar seni herkese sorduk. Kartvizit yaptırıp her yana dağıtmışsın. Ya kralın kızını kurtarırsın ya da kralımız seni darağacına yollar!"

  Çaresiz kalan çocuk ejderhanın inine giden yolu tutmuş. Ejderhanın inine vardığında korka korka içeri girmiş. Ejderha çocuğu fark edince havalanmış. Çocuk, büyük bir kayanın ardına saklanmış; ancak ejderha sıcak nefesiyle bir kez üfleyerek kayayı eritmiş. Çocuk korktuğunu belli etmemeye çalışarak kılıcını çekmiş. Ejderha tam çocuğa davranacakken kedi çıkagelmiş: "Durun efendim, durun! Bu küçük ejderhayla uğraşmayın!" Kibriyle de ünlü ejderha, ayakları altında dolaşan minik kediye bakmış ve şöyle demiş: "Küçük mü? Yoksa sen kendini büyük mü zannediyorsun; dişimin kovuğunu bile dolduramayacakken?" Kedi cevap vermiş: "Hayır, efendi ejderha. Ben demiyorum; dağların ötesindeki ejderha diyor. Dediğine göre senin anneni yemiş, tabii babanı da… Artık şehirdeki hiç kimse senden korkmuyor, hepsi gidip diğer ejderhaya kurban veriyorlar." Bunu duyan kibirli ejderha çok sinirlenmiş. Ben ona gününü gösteririm, deyip oradan ayrılmış.

  Ejderha, dağların arkasındakiyle savaşmış ve ağır yara alıp ölmüş. Prenses kendisini kurtaran çocuğa âşık olmuş ve onunla evlenmek istediğini söylemiş. Prenses ve değirmencinin oğlu, görkemli bir törenle evlenmişler ve kral onlar için muhteşem bir saray yavrusu yaptırmış. Değirmencinin oğlu, kedisine sarayın en güzel odasını vermiş. Düğünden sonra efendisinin yanına gelen kedi ise efendisine şu efsane sözleri söylemiş: "Dedim dedim bana inanmadınız. Bak ne oldu şimdi?"

6 Şubat 2013 Çarşamba

KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ


  Bir varmış bir yokmuş; evvel zaman içinde kalbur zaman içinde bir kız yaşarmış. Bu kızın kırmızı bir başlığı varmış; bu nedenle ona Kırmızı Başlıklı Kız derlermiş.

  Kırmızı Başlıklı Kız, mavi gözlü, sarı saçlı, sevimli mi sevimli minik bir kızmış. Köyün erkek çocukları ondan çok hoşlanırlarmış. Hatta o kadar hoşlanırlarmış ki mahalle maçlarına sadece bu kızı çağırırlarmış. Kız her ne kadar futboldan anlamasa bile her maçta en az altı gol atarmış.

  Kırmızı Başlıklı Kız, her hafta sonu maçtan sonra ananesine gidermiş. Her gittiğinde ananesine, annesinin yaptığı susamlı böreklerden ve çaylı çöreklerden götürürmüş. Evinden ananesine giden yol çok ıssız olduğundan da kırmızı başlığını takarmış. Kırmızı başlık bu kızı görünmez kılarmış.

  Günlerden bir gün, civarın en tehlikeli kurdu olan Tenya’nın kulağına sihirli kırmızı başlığın haberi çalınmış. Ağzı kulaklarına varan kurt için kızı yakalamak en kolay işmiş. Fakat kız görünmez olduğundan bu konu üzerine düşünmesi gerekmiş.

  Günler öncesinden planlarını hazırlayan hain kurt, akrabası Çakal Coyote’ye giderek durumu anlatmış. Acme’nin reklam ve halkla ilişkiler müdürü olan Coyote onun için bir şeyler ayarlamış: Görünürlük tozu ve bir tonluk ağırlık.

  Kurt, bir gece önceden Koyunyolu’na gitmiş ve kullanım kılavuzlarına bakarak görünürlük tozu ile bir tonluk ağırlığı kurmuş. Ertesi gün, öğle sularında yoldan geçen Kırmızı Başlıklı Kız, görünürlük tozunun olduğu alana gelince yavaş yavaş belirmeye başlamış. Yaşlı kurt, Kırmızı Başlıklı Kız’ı görür görmez harekete geçmiş ve ağırlığın ipini serbest bırakmış. Fakat olmayan olmamış ve ağırlık olduğu yerde asılı kalmış. Olmayanların şaşkınlığını yaşayan kurt kızın peşine düşeceğine ağırlığın ipiyle oynamaya başlamış. İpi çekmiş olmamış, ağırlığa taş atmış olmamış, yukarı çıkıp ağırlığın üzerinde zıplamış yine olmamış. Bu duruma sinirlenen yaşlı kurt daha yakından bakabilmek için ağırlığın altına gelmiş ve bam! Ağırlık yaşlı kurdun üzerine düşmüş.

  Seneler Sonra…

  "Oglim," demiş genç kurdun annesi. "babani öldüren o şıllıge ders vermenin zamanı gelmiştir!" Annesinin gazıyla büyümüş olan genç kurt, kendisini dünyanın en özel, en güçlü ve en yakışıklı kurdu zannedermiş. Oidipus kompleksli yıllarında babasını öldürme hayalleri kuran o minik kurt, şimdi babasının intikamını almak isteyen cesur bir kurt olmuş.

  Genç kurt için Kırmızı Başlıklı Şıllığı avlamak zor iş değilmiş. Fakat önemli olan kızı avlamak değil, babasının uğrunda öldüğü tuzakla avlamakmış. Bu yüzden Çakal Coyote’ye gitmiş ve aynı tuzakları almış. Günler önceden yaptığı hazırlıklarla tuzakları kurmuş ve hatta minik bir tavşanın üzerinde denemiş bile.

  Baharın bitmesine az kala, günlerden Perşembe olan o gün, Kırmızı Başlıklı Kızımız ormanın içerisinden salına salına gelmekteymiş. Artık büyüdüğünden, karate dersi aldığından ve mahallede birkaç delikanlıyı devirdiğinden kendine olan güveni tammış. Bu nedenle kırmızı başlığını takmadan ilerliyormuş. Kurt, kızın ayak seslerini duyduğunda dikkat kesilmiş. Maksadı, kız görüş alanına girdiği anda ipi keserek kızın ölmesini sağlamakmış. Bıçağını hazırlamış ve ipin kenarına dayamış. Kız tam ağırlığın altına geldiğinde fark etmiş; bu kızın ne kadar güzel, uzun boylu, ince belli olduğunu… Kurt kızı görünce ip kalmış, tel kesmiş; kurdun ampul yanmış… Uluya uluya yerinden fırlayan kurt, Kırmızı Başlıklı Kız’a redifli, uyaklı bir şiir patlatıvermiş. Hayatı boyunca şiir okuyan hiçbir erkek görmeyen kız kurda vurulmuş.

  Yıllarca nefret ve intikam duygularıyla yetişen kurt, Selvi boyluyu görünce birden değişivermiş. Çıkmalarının üçüncü gününde kıza evlenme teklif etmiş ve derhal şehre inerek düğün parası biriktirmek için inşaat işçiliği yapmaya başlamış. İlk önceleri halinden memnunmuş fakat hava koşulları ağırlaştıkça işinden nefret etmeye başlamış. Kendisine türküleri arkadaş edinmiş ve çalışırken başlamış söylemeye.

  Yine günlerden bir gün, bir yapımcı bu sesi fark etmiş. Hemen imzayı atmışlar ve bizim kurt ünlü bir simaya dönüşmüş. Tabii parayı bulunca kızı falan da unutmuş. Bunu duyan Kırmızı Başlıklı Kız çok sinirlenmiş. Silahını ve bohçasını alıp İstanbul’a gitmeye karar vermiş. Dilinde İstanbul, o dükkan senin bu kahvehane benim dolaşmış. En son girdiği bir kahvehanede, "Ağalar, beyler! İstanbul neresi?" diye sorunca olanlar olmuş. Kahvehane ahalisi hep beraber ayağa kalkıp, "Gösterelim abla." demişler. Sonra kızın kafasını kahvehanenin yukarı aşağı açılan penceresinin altına sıkıştırıp eğlenmişler.

  Yakayı paçayı dağıtmış olan zavallı kızcağız son anda oradan kaçarak bir apartmana sığınmış. Apartmanın merdivenlerinde otururken dalyan gibi bir yiğit çıkagelmiş. Saçları jöleli, beyaz tişörtlü, efendi görünümlü bu adam, "Sen de kimsin?" diye sormuş. Kız elindeki fotoğrafı gösterip, "Ben Zeyno, bu da benim kocam olacak olan hayvan. Onu arıyorum." demiş ve eklemiş, "Peki ya sen kimsin?" "Ben Mehmet Ali, fakat iş arkadaşlarım Memoli derler bana."

  Hikaye burada bitmiş. Gerisini ne ben bilirim ne de beyim bilir. Bir söylentiye göre bu masaldan yola çıkılarak bir dizi, bir de film çevrilmiş ama ben görmedim, işitmedim. Hayırlısı.

18 Ocak 2013 Cuma

Nedir Bu Kalabalıkolabilirsiniz?

  Türkiye dublaj sanatında en iyi ülkelerden birisi hatta en iyisidir. Birçok ülkede hala bir filmi baştan sona iki kişi seslendiriyorken Türkiye'de bu iş koca bir ekiple yapılır. Üstelik dublaj sanatçılarımız oldukça yetenekli, hızlı ve emekçidirler.

  Dublaj konusunda bu denli iyi olmamızın, sanırım en önemli nedenlerinden birisi bu işe oldukça meraklı olmamız. Video paylaşım sitelerine şöyle bir göz atacak olursanız, amatör dublajcılarımızın yaptıkları yüzlerce işe rastlayabilirisiniz. Tabii bunların tümü iyi değil; hatta büyük kısmı oldukça kötüdür.

  Ancak şimdi öyle bir tanesinden bahsedeceğim ki muhtemelen bunu duymayanınız yoktur. Çünkü lise çağlarımızda bu komik dublajın kısa versiyonu telefondan telefona 3GP formatında dolaşırdı.

  Evet, Truva filminin Çorum versiyonundan söz ediyorum. Truva Çorum / Sarıların Sülo adıyla yayımlanan bu film 2006 yılında çıktı. Telefondan telefona, bluetooth ile yayıldı ve izlendi. Muhtemelen amatör dublajın ilk örneklerindendir kendisi ve en iyisidir.

  Bu amatör dublaj, içerisinde oldukça iyi replikler barındırır. Özellikle ilk 6-7 dakikasını izlemenizi şiddetle tavsiye ederim. Bol küfürlüdür ama iyidir, hoştur. Yerel ağızların sesidir, Anadolu'nun bağrıdır, candır.

  Şimdi sorunun cevabına gelebilirim: Kalabalıkolabilirsiniz, bu kısa dublajın içerisinden bir repliktir. İşte burada:
   
   
  - Galabalık olabilirsinyiz.
  + Ney, ney galaba mı?
  
  Dipnot: İzledikçe yarılmaktayım.
  Dilek: Bu tarz dublajlar yapılmaya devam etsin ancak küfür dozu biraz azaltılsın. Türkçe'nin yeteneklerine uygun daha yaratıcı küfürler eklensin. Akıllıca espriler de yapılsın. Olmuşken bir elimde elma diğer elimde de armut olsun. Götüme de ay ışığı vursun.
  Öneri: Özbokuboncuklular adlı profesyonel dublajcıların yaptıkları işler var. Küfür dozu yine çok fazla ama güzel replikler var. İzleyin derim. Küfürbaz Haydo için buraya
  Türkiye'nin başarılı dublaj sanatçılarından Kadir Özübek'in röportajını okumak içinse buraya.
  Son olarak Truva Çorum / Sarıların Sülo filminin tamamı için de buraya.

14 Ocak 2013 Pazartesi

YUMURTA, KÂĞIT VE MAKAS



    Bilim adamları, kazı alanında tesadüfen keşfettikleri bir mağaranın duvarlarında, yaklaşık beş bin sene öncesine ait oldukları tahmin edilen bazı işaretler buldular. Bu işaretlerin arasında en ilgi çekici olanlar ise yan yana çizilmiş yumurta, kâğıt ve makas ile oynayan çocuklardı. – Haber Ajansı

  "Aloga, haydi! Hareket!" "Az kaldı, topluyorumdur cesareti." "Haydi, oldur artık!"

  Bir Sfenk Kuşu yumurtası çalmak kolaydır; ancak gözleri keskin olan bu kuş, yavrularının çalındığını fark ettiğinde açıklık alanda kurulmuş yuvasına geri döner ve yumurtasını götüren bir adama rastlarsa pençelerine davranır.

  Atalonga kabilesinin gelenekleri uyarınca; kabilenin genç oğlanları erkekliğe ilk adım olarak bu yumurtayı çalmakla yükümlüydü. Aksi takdirde kabilece dışlanır ve boz topraklara sürülürlerdi. Kabilenin büyükleri ise gençlere yumurtayı çalma konusunda çeşitli tavsiyelerde bulunurlardı. Ancak gözleri keskin olan bu kuştan açıklık alanda kurtulmak çok fazla insana nasip olmamıştı.

  Aloga da yaşıtları gibi erkekliğe ilk adımını atmakla yükümlü bir oğlandı. Ancak arkadaşları ve ağabeyleri arasından pek çok kişinin ava giderken avlanmış olması onu oldukça korkutuyordu. Buna rağmen yumurtayı çalmayı bir kez denemiş ve ölmekten son anda kurtulmuştu.

  İlk denemesinden yaklaşık bir ay kadar sonra, ikinci denemesini gerçekleştireceğini duyurdu. Ölümden kaçarken titreyerek geçtiği yolu, tekrar ve daha fazla korkarak yürüdü. Yuvaya yaklaştığında bir kayanın arkasına tüneyerek kuşun hareketlerini izledi. Sfenk yuvadan ayrıldıktan biraz sonra, Aloga’nın yanında gelen arkadaşları onu harekete geçmek için zorladılar: "Aloga, haydi! Hareket!" "Az kaldı, topluyorumdur cesareti." "Haydi, oldur artık!" Ancak olmayacaktı; tüm cesareti, ölüm korkusunun işlediği yüreğinde kırılıp un ufak oldu.

  Geri döndüğünde çok üzgündü Aloga. Yaşıtları ve ağabeyleri onunla dalga geçtiler ve onu korkaklıkla suçladılar. Bu nedenle Aloga’nın gece ve gündüzleri uykusuz geçti. Üçüncü ve son şansını beyhude harcamamak için, günlerinin her saatini "en iyi hırsız" olabilmenin planlarını yaparak geçirdi. Derken aklına bir fikir düştü ve derhal kabile reisine gidip son şansını deneyeceğini söyledi. Ancak giderken yanına bir şey istedi: Kâğıt. Aslında tam olarak kâğıt sayılmazdı; eski kumaş ya da hamur benzeri ürünlerin ıslatılıp, sıkıştırılmasıyla elde edilen ve yiyecekleri sarmakta kullanılan bir şeydi.

  Tekrar o uzun ve bunaltıcı yolculuğa başladı Aloga. Kayanın dibine vardığında, bir öncekinde yaptığı gibi kuşun hareketlerini izledi. Kuş yuvadan uçup gittikten bir süre sonra ise hızla yuvaya vardı. Kâğıda sardığı büyük yumurtayı yanına alarak, kayanın dibine koştu tekrar. Yumurtasının kaybolduğunu fark eden Sfenk, derhal geri dönüp etrafı kontrol etti. Ancak hiçbir şey göremedi, insanlar vardı; fakat yumurta yoktu. Bir süre etrafı taradıktan sonra başka yerlere uçup, yumurtasını aramaya devam etti.

  Böylelikle erkekliğe ilk adımını attı Aloga. Kabileye geri döndüğünde yumurtaya yapışmış kâğıdı makas ile kesti. Makas, yolun yarısında takılıp yere düştü, hantal yumurta da üzerine devrilince bakırdan bedeni ortadan kırılıverdi. Bu sayede, efsaneler yaratan Aloga önce yumurtayı kaçırmanın yolunu sonra da yumurta, kâğıt ve makas oyununu bulmuş oldu. Ve bu oyun günümüze kadar, artık o eski, sağlam yumurtalar kalmadığı için; taş, kâğıt, makas oyunu olarak geldi.

13 Ocak 2013 Pazar

Yazım Doğruları

yazım doğruları


  Buradaki hikâyeler, bağlaçların ve eklerin nasıl yazıldığını öğretmeyi amaçlamaktadır.

MEKTUP


  Postacı kapıya geldiğinde saat 10.00’du. Hakan kapıyı açtı, postacıdan mektubu aldı ve postacının uzattığı kâğıda "ıslak imza"sını atarak resmi işlemi tamamladı. Ta uzaklardan; ülkenin bir ucundan gelen mektubu açtı ve okumaya başladı:

  Hala operasyondayız, durumumuz iyi. Kendimize bakıyoruz, dışarıda dikkatli davranıyoruz ve kimseye, kimliğimizi ortaya çıkaracak bir açık vermiyoruz; ancak kaybettiğimiz dostlarımız var, bunu sen de biliyorsun. En son Ali Baba’yı kaybettik; Ercan da ölü bulundu. Eve nasıl girmişler bilmiyoruz, kapı zorlanmamış, pencereler açılmamış, şöminenin bacasında dahi iz bulamadık ama merak etme konuyu araştırıyoruz.
Gökay

  Hakan eski bir istihbarat casusuydu. "Büyük Operasyon" sırasında bel kemiğine isabet eden bir kurşun yüzünden iş göremez olmuştu. Onu çürüğe çıkaran bu olaydan sonra işi tamamen bırakmamış, bunun yerine ülkenin bir ucunda bulunan dostlarıyla sürekli irtibat halinde kalarak örgütün, bulunduğu şehirdeki yapılanmalarına karşı gizli bir savaş vermeye başlamıştı.

  Hakan’ı, Ercan’ın, öz kardeşinin ölümü derinden etkilemişti. Evinde bir o yana bir bu yana dolaşarak kendi kendine intikam yeminleri ediyordu. Onun örgüt tarafından değil; istihbarat tarafından öldürüldüğünü düşünüyordu. Ali Baba’nın da öldürülmüş olması bunun kanıtı olmalıydı.

  Bu nedenle bir plan hazırlayıp istihbaratın merkez binasına girdi. Çok yetenekli ve tecrübeli bir casus olan Hakan, istihbarat binasındakileri sessizce öldürmeye başladı. En sonunda başkanın odasına girdi ve başkanı da öldürüp aynı sessizlikle dışarı çıktı.

  Ertesi gün gazeteler büyük bir sansasyonun haberini yaptılar. İstihbaratı çökerten hainin kimliğini her yerde yayımladılar. Televizyonda Hakan’ın resimlerini gören Ercan ise tüm bu olanlara anlam verememişti. Hakan’ın akli dengesinin yerinde olmadığını biliyordu; ancak bu kadarı fazlaydı.

  Evet, Ercan ölmemişti; ölen tek kişi, Ercan’da ölü bulunan Ali Baba’ydı. Gökay, "Ercan’ın evinde" anlamını sağlayacak bulunma eki –de’yi ayrı yazmıştı; bu da –de’ye dahi anlamını vermişti. Sonuçta Ercan’ın da öldüğünü zanneden Hakan, işin içinde iş olduğunu düşünüp boş yere intikam almıştı.

TÜRKÇEDEKİ ÜÇ FARKLI –Kİ


  Türkçede üç farklı "ki" vardır. Bunlardan birisi sıfat yapan –ki, diğeri zamir yapan –ki ve sonuncusu ise –ki bağlacıdır. Sıfat veya zamir yapan –ki’ler bitişik yazılırlar. Çünkü onlarda ait olma anlamı vardır; onlar sözcüklere aittirler, onlardan ayrılmazlar. Tıpkı etle tırnak gibidirler: "Etteki tırnak veya etin üstündeki tırnak."

  Lakin -ki bağlacı diğerlerinden farklıdır. O ayrı yazılır; çünkü o kendini diğerlerinden farklı görür. O bağlaç ki kendisini hiçbir şeye ait görmez. Hepsine mesafeli davranır. Ayrıca o bir bağlaçtır; yani bağladığı cümlelere eşit uzaklıkta durmalıdır. Bu felsefeyle hareket eden –ki bağlacı, bu nedenle ayrı yazılır. Ayrıca onu cümleden kaldırdığınızda size bozulmaz, o size bozulmadığı için cümlenin anlamı da bozulmaz: "O kim ki karşısındaki ses çıkaramıyor." örneğinde olduğu gibi. Şimdi de diğer –ki’yi çıkartalım: "O kim ki karşısındaki ses çıkaramıyor."
"Bazen anlam öyle bir değişir ki, kelamı eden bilse söylediğinden utanır."

HEP AYRI DÜŞENLER


  Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir cadı varmış… Bu cadının evinde, sürekli kaynayan bir kazan, hiç susmayan bir papağan, bilenmiş birkaç bıçak, samandan bir yatak ve yazı yazdığı boş bir tahtadan başka hiçbir şey yokmuş. Fazla eşyaya gereksinim duymayan bu cadı, insanları etkileyecek büyüler yapmaya bayılırmış.

  Cadının yaşadığı yerdeki insanlar her şeyi birlikte yaparlar ve hiç ayrılmazlarmış. Cadı bu durumdan çok rahatsızmış ve onları birbirlerinden ayırmanın yollarını arıyormuş. Bunun için daha önce de büyüler yapmış; ancak hiç biri insanlar üzerinde etkili olmamış. Bu nedenle günlerce pazarda dolaşıp onlara kulak vermiş.

  Cadı en sonunda, insanları en çok kendi dilleriyle etkileyebileceğini keşfetmiş; çünkü oradaki insanlar dillerini yazıya dökerken bile yalnızca kelimeler arasında boşluk bırakırlarmış. Bu onların birlikteliğinin bir sembolüymüş. Bu nedenle cadı, kelimeleri birbirlerinden daha fazla ayırabilmek için uğraşmış. Çatlak Kazan’ında kaynattığı pis sularla kelimeleri kirletmiş ve bir kısmını lanetlemeyi başarmış.

  Cadının büyüleri işe yaramış. Mesela; –mı, -mi, -mu, -mü'ler soru sormak için kullanıldığı zamanlarda, kendisinden önceki kelimeden ayrı yazılmaya başlanmış. "Şey" sonuna geldiği eklerden hep ayrı yazılmış; her şey, bir şey, tek şey gibi… O zamana kadar yapışık ikiz muamelesi gören "ya" ve "da" ise bir daha hiç, bir araya gelememişler.

  Denir ki, o günden beridir insanlar ahbaplıklarını ve birlikteliklerini unutmuşlar ve ufak tefek oyunlara gelip birbirlerinden kolayca ayrılmışlar. Kendinden ayrılanları yok saymışlar, kendi taraflarına gelmeyenlere ise saydırmışlar…

DİL ÜSTADI


  Bir zamanlar, belgisizlik anlamı taşıyan "birkaç" kelimesi hep ayrı yazılırmış. İnsanlar mektuplarında, metinlerinde veya yazınlarında "birkaç"ı daima ayrı kullanırlarmış. Bir gün bir adam, memleketinden dönmek üzere olan karısına yazdığı bir mektupta istediği birkaç şeyi sıralamış. Dilini kullanmasını iyi bilen ve dil kurallarına dikkat eden bu adam, istediği o birkaç şeyi yazarken önemli bir hatanın da farkına varmış. Bunun üzerine Dil Kurumuna bir mektup göndererek "birkaç"ın, yazımda ne kadar yanlış kullanıldığını belirtmiş:

    Değerli Dil Kurumu üyeleri,
  Geçen günlerde eşime yazdığım bir mektupta, isteklerimi sıraladığım esnada önemli bir şeyin farkına vardım ve sizi bu konuda bilgilendirmek istedim. Bana, "birkaç"ın ayrı yazılmasının yerinde olmadığını düşündüren mektubumda şunları söylüyordum: "Karıcığım, memleketinden gelirken getirmeni istediğim bir kaç şey var: Elma hoşafı, cevizli börek, tereyağı, sirke ve zeytin." O an fark ettim ki aslında "birkaç" ile belirttiğimiz şeyler birbirinden bağımsız olmayan, bir arada olan şeyler. Örneğin; birkaç adam, birkaç elbise, birkaç hediye, birkaç istek… Mademki "birkaç" ile belirttiklerimiz arasında bir bağ var; öyleyse neden "birkaç"ı ayrı yazıyoruz?

  İşte o gün bugündür "birkaç", bir daha hiç ayrı yazılmamıştır.

Arbeit Macht Frei!


2005 Joe Gledhill
  
  "Arbeit macht frei!" diye bağırıyordu Nazi subayı, elinde tuttuğu sopayla mahkûmları birer birer döverken. "Çalışın, köpekler! Çalışın! Ben size emredinceye kadar durmayacaksınız sizi adi Çingeneler!"

  Thresa, Nazi Kampı’nda esir tutulan bir Çingene idi. Diğer ırkdaşları gibi adı tarih sahnesinde bir Yahudi kadar bile geçmeyecek olan, zorla alıkonmuş, işkence görmüş, tecavüze uğramış basit bir(!) Çingene.

  Nazi subayı öfkeden boğulmuş sesiyle esirlere bağırırken, boynunda asılı duran, canından çok sevdiği babaannesinden armağan zinciri sımsıkı kavramıştı Thresa. Biraz korku, biraz özlemle o kadar sıkmıştı ki zinciri; elinde derin bir yara açılmıştı. Korkudan küçülmüş, ufacık olmuş bedenini taşıyamayacak kadar yorulmuştu da; ancak çalışkan ve dimdik görünmeye uğraşıyordu.

  "Arbeit macht frei!" diye bir kez daha bağırdı Alman subay, kampın girişinde yazıldığı yetmiyormuş gibi. Esirlerden birine son bir darbe daha indirdi ve az önce yanına gelen bir muhafızdan aldığı mektubu açtı. Mektupta, esirlerin toplama kampından çıkarılıp bir başka kampa imha edilmek üzere götürüleceği yazıyordu. Yüzünde beliren şeytani gülümsemenin ardından, diğer subayları da yanına çağırarak durumu anlattı.

  Yaklaşık bir saat sonra gelen birkaç kamyonu kampın eşiğinde bekleterek esirleri ite kaka içlerine doldurdular. Yükleme işlemi tamamlandığında kamyonlar hareket etti ve Çingeneler sessizce seyrettiler yolu.

  Birkaç kilometre sonra aniden durdu kamyonlar. En öndeki sürücü ve subay kamyondan inerek yolu kontrol ettiler. Yol, yan yana ve üst üste koyulmuş saman balyalarıyla kapatılmıştı. Bunun bir tuzak olup olmadığı kuşkusunda kalan subay, kamyonlarında bekleyen diğer subaylara durumu telsizle bildirip onları hazır olmaları konusunda uyardı. Silahını çekerek yolun karşı tarafına geçti ve bir süre ortalıklarda görünmedi.

  Subay, geri döndüğünde gördüklerine inanamamıştı. Ormanı araştırırken hiçbir ses işitmemesine rağmen, her nasıl olduysa, kamyonlar boşaltılmış, subaylar ve sürücüler öldürülmüş, esirler ise kaçmıştı. Durumu incelemek üzere kamyonlardan birinin yanına gelerek durdu, elindeki feneri ayaklarının dibine doğrultarak yerdeki kan izlerini takip etti. İzler, yolu kapatan saman balyalarına doğru gidiyordu. Balyalara vardığında bazılarının dağılmış olduğunu gördü. O esnada, yerde duran saman yığınlarının arasına süzülmüş, parıldayan bir şey gözüne çarptı. Bu bir zincirdi; Thresa’nın boynunda asılı olan zincir. Zinciri eline aldığında, dağılmış balyaların birinden gelen sese kesildi kulakları. Silahını doğrultarak ilerledi, balyayı yardı ve korkudan büzüşmüş, küçük Thresa’yı gördü. Tam silahına davranacaktı ki; arkasından gelen, bir tür gürleme, tıslama karışık bir ses dağıttı tüm dikkatini. Tekrar Thresa’ya çevrildi gözleri; Theresa çılgına dönmüş gibi atıldı subayın üzerine. Ellerini subayın böğrüne saplayarak öldürdü onu ve subayın elinden kurtulan zincir, boğuşmayla dağılmış saman yığınlarının üzerine düştü…