18 Ocak 2013 Cuma

Nedir Bu Kalabalıkolabilirsiniz?

  Türkiye dublaj sanatında en iyi ülkelerden birisi hatta en iyisidir. Birçok ülkede hala bir filmi baştan sona iki kişi seslendiriyorken Türkiye'de bu iş koca bir ekiple yapılır. Üstelik dublaj sanatçılarımız oldukça yetenekli, hızlı ve emekçidirler.

  Dublaj konusunda bu denli iyi olmamızın, sanırım en önemli nedenlerinden birisi bu işe oldukça meraklı olmamız. Video paylaşım sitelerine şöyle bir göz atacak olursanız, amatör dublajcılarımızın yaptıkları yüzlerce işe rastlayabilirisiniz. Tabii bunların tümü iyi değil; hatta büyük kısmı oldukça kötüdür.

  Ancak şimdi öyle bir tanesinden bahsedeceğim ki muhtemelen bunu duymayanınız yoktur. Çünkü lise çağlarımızda bu komik dublajın kısa versiyonu telefondan telefona 3GP formatında dolaşırdı.

  Evet, Truva filminin Çorum versiyonundan söz ediyorum. Truva Çorum / Sarıların Sülo adıyla yayımlanan bu film 2006 yılında çıktı. Telefondan telefona, bluetooth ile yayıldı ve izlendi. Muhtemelen amatör dublajın ilk örneklerindendir kendisi ve en iyisidir.

  Bu amatör dublaj, içerisinde oldukça iyi replikler barındırır. Özellikle ilk 6-7 dakikasını izlemenizi şiddetle tavsiye ederim. Bol küfürlüdür ama iyidir, hoştur. Yerel ağızların sesidir, Anadolu'nun bağrıdır, candır.

  Şimdi sorunun cevabına gelebilirim: Kalabalıkolabilirsiniz, bu kısa dublajın içerisinden bir repliktir. İşte burada:
   
   
  - Galabalık olabilirsinyiz.
  + Ney, ney galaba mı?
  
  Dipnot: İzledikçe yarılmaktayım.
  Dilek: Bu tarz dublajlar yapılmaya devam etsin ancak küfür dozu biraz azaltılsın. Türkçe'nin yeteneklerine uygun daha yaratıcı küfürler eklensin. Akıllıca espriler de yapılsın. Olmuşken bir elimde elma diğer elimde de armut olsun. Götüme de ay ışığı vursun.
  Öneri: Özbokuboncuklular adlı profesyonel dublajcıların yaptıkları işler var. Küfür dozu yine çok fazla ama güzel replikler var. İzleyin derim. Küfürbaz Haydo için buraya
  Türkiye'nin başarılı dublaj sanatçılarından Kadir Özübek'in röportajını okumak içinse buraya.
  Son olarak Truva Çorum / Sarıların Sülo filminin tamamı için de buraya.

14 Ocak 2013 Pazartesi

YUMURTA, KÂĞIT VE MAKAS



    Bilim adamları, kazı alanında tesadüfen keşfettikleri bir mağaranın duvarlarında, yaklaşık beş bin sene öncesine ait oldukları tahmin edilen bazı işaretler buldular. Bu işaretlerin arasında en ilgi çekici olanlar ise yan yana çizilmiş yumurta, kâğıt ve makas ile oynayan çocuklardı. – Haber Ajansı

  "Aloga, haydi! Hareket!" "Az kaldı, topluyorumdur cesareti." "Haydi, oldur artık!"

  Bir Sfenk Kuşu yumurtası çalmak kolaydır; ancak gözleri keskin olan bu kuş, yavrularının çalındığını fark ettiğinde açıklık alanda kurulmuş yuvasına geri döner ve yumurtasını götüren bir adama rastlarsa pençelerine davranır.

  Atalonga kabilesinin gelenekleri uyarınca; kabilenin genç oğlanları erkekliğe ilk adım olarak bu yumurtayı çalmakla yükümlüydü. Aksi takdirde kabilece dışlanır ve boz topraklara sürülürlerdi. Kabilenin büyükleri ise gençlere yumurtayı çalma konusunda çeşitli tavsiyelerde bulunurlardı. Ancak gözleri keskin olan bu kuştan açıklık alanda kurtulmak çok fazla insana nasip olmamıştı.

  Aloga da yaşıtları gibi erkekliğe ilk adımını atmakla yükümlü bir oğlandı. Ancak arkadaşları ve ağabeyleri arasından pek çok kişinin ava giderken avlanmış olması onu oldukça korkutuyordu. Buna rağmen yumurtayı çalmayı bir kez denemiş ve ölmekten son anda kurtulmuştu.

  İlk denemesinden yaklaşık bir ay kadar sonra, ikinci denemesini gerçekleştireceğini duyurdu. Ölümden kaçarken titreyerek geçtiği yolu, tekrar ve daha fazla korkarak yürüdü. Yuvaya yaklaştığında bir kayanın arkasına tüneyerek kuşun hareketlerini izledi. Sfenk yuvadan ayrıldıktan biraz sonra, Aloga’nın yanında gelen arkadaşları onu harekete geçmek için zorladılar: "Aloga, haydi! Hareket!" "Az kaldı, topluyorumdur cesareti." "Haydi, oldur artık!" Ancak olmayacaktı; tüm cesareti, ölüm korkusunun işlediği yüreğinde kırılıp un ufak oldu.

  Geri döndüğünde çok üzgündü Aloga. Yaşıtları ve ağabeyleri onunla dalga geçtiler ve onu korkaklıkla suçladılar. Bu nedenle Aloga’nın gece ve gündüzleri uykusuz geçti. Üçüncü ve son şansını beyhude harcamamak için, günlerinin her saatini "en iyi hırsız" olabilmenin planlarını yaparak geçirdi. Derken aklına bir fikir düştü ve derhal kabile reisine gidip son şansını deneyeceğini söyledi. Ancak giderken yanına bir şey istedi: Kâğıt. Aslında tam olarak kâğıt sayılmazdı; eski kumaş ya da hamur benzeri ürünlerin ıslatılıp, sıkıştırılmasıyla elde edilen ve yiyecekleri sarmakta kullanılan bir şeydi.

  Tekrar o uzun ve bunaltıcı yolculuğa başladı Aloga. Kayanın dibine vardığında, bir öncekinde yaptığı gibi kuşun hareketlerini izledi. Kuş yuvadan uçup gittikten bir süre sonra ise hızla yuvaya vardı. Kâğıda sardığı büyük yumurtayı yanına alarak, kayanın dibine koştu tekrar. Yumurtasının kaybolduğunu fark eden Sfenk, derhal geri dönüp etrafı kontrol etti. Ancak hiçbir şey göremedi, insanlar vardı; fakat yumurta yoktu. Bir süre etrafı taradıktan sonra başka yerlere uçup, yumurtasını aramaya devam etti.

  Böylelikle erkekliğe ilk adımını attı Aloga. Kabileye geri döndüğünde yumurtaya yapışmış kâğıdı makas ile kesti. Makas, yolun yarısında takılıp yere düştü, hantal yumurta da üzerine devrilince bakırdan bedeni ortadan kırılıverdi. Bu sayede, efsaneler yaratan Aloga önce yumurtayı kaçırmanın yolunu sonra da yumurta, kâğıt ve makas oyununu bulmuş oldu. Ve bu oyun günümüze kadar, artık o eski, sağlam yumurtalar kalmadığı için; taş, kâğıt, makas oyunu olarak geldi.

13 Ocak 2013 Pazar

Yazım Doğruları

yazım doğruları


  Buradaki hikâyeler, bağlaçların ve eklerin nasıl yazıldığını öğretmeyi amaçlamaktadır.

MEKTUP


  Postacı kapıya geldiğinde saat 10.00’du. Hakan kapıyı açtı, postacıdan mektubu aldı ve postacının uzattığı kâğıda "ıslak imza"sını atarak resmi işlemi tamamladı. Ta uzaklardan; ülkenin bir ucundan gelen mektubu açtı ve okumaya başladı:

  Hala operasyondayız, durumumuz iyi. Kendimize bakıyoruz, dışarıda dikkatli davranıyoruz ve kimseye, kimliğimizi ortaya çıkaracak bir açık vermiyoruz; ancak kaybettiğimiz dostlarımız var, bunu sen de biliyorsun. En son Ali Baba’yı kaybettik; Ercan da ölü bulundu. Eve nasıl girmişler bilmiyoruz, kapı zorlanmamış, pencereler açılmamış, şöminenin bacasında dahi iz bulamadık ama merak etme konuyu araştırıyoruz.
Gökay

  Hakan eski bir istihbarat casusuydu. "Büyük Operasyon" sırasında bel kemiğine isabet eden bir kurşun yüzünden iş göremez olmuştu. Onu çürüğe çıkaran bu olaydan sonra işi tamamen bırakmamış, bunun yerine ülkenin bir ucunda bulunan dostlarıyla sürekli irtibat halinde kalarak örgütün, bulunduğu şehirdeki yapılanmalarına karşı gizli bir savaş vermeye başlamıştı.

  Hakan’ı, Ercan’ın, öz kardeşinin ölümü derinden etkilemişti. Evinde bir o yana bir bu yana dolaşarak kendi kendine intikam yeminleri ediyordu. Onun örgüt tarafından değil; istihbarat tarafından öldürüldüğünü düşünüyordu. Ali Baba’nın da öldürülmüş olması bunun kanıtı olmalıydı.

  Bu nedenle bir plan hazırlayıp istihbaratın merkez binasına girdi. Çok yetenekli ve tecrübeli bir casus olan Hakan, istihbarat binasındakileri sessizce öldürmeye başladı. En sonunda başkanın odasına girdi ve başkanı da öldürüp aynı sessizlikle dışarı çıktı.

  Ertesi gün gazeteler büyük bir sansasyonun haberini yaptılar. İstihbaratı çökerten hainin kimliğini her yerde yayımladılar. Televizyonda Hakan’ın resimlerini gören Ercan ise tüm bu olanlara anlam verememişti. Hakan’ın akli dengesinin yerinde olmadığını biliyordu; ancak bu kadarı fazlaydı.

  Evet, Ercan ölmemişti; ölen tek kişi, Ercan’da ölü bulunan Ali Baba’ydı. Gökay, "Ercan’ın evinde" anlamını sağlayacak bulunma eki –de’yi ayrı yazmıştı; bu da –de’ye dahi anlamını vermişti. Sonuçta Ercan’ın da öldüğünü zanneden Hakan, işin içinde iş olduğunu düşünüp boş yere intikam almıştı.

TÜRKÇEDEKİ ÜÇ FARKLI –Kİ


  Türkçede üç farklı "ki" vardır. Bunlardan birisi sıfat yapan –ki, diğeri zamir yapan –ki ve sonuncusu ise –ki bağlacıdır. Sıfat veya zamir yapan –ki’ler bitişik yazılırlar. Çünkü onlarda ait olma anlamı vardır; onlar sözcüklere aittirler, onlardan ayrılmazlar. Tıpkı etle tırnak gibidirler: "Etteki tırnak veya etin üstündeki tırnak."

  Lakin -ki bağlacı diğerlerinden farklıdır. O ayrı yazılır; çünkü o kendini diğerlerinden farklı görür. O bağlaç ki kendisini hiçbir şeye ait görmez. Hepsine mesafeli davranır. Ayrıca o bir bağlaçtır; yani bağladığı cümlelere eşit uzaklıkta durmalıdır. Bu felsefeyle hareket eden –ki bağlacı, bu nedenle ayrı yazılır. Ayrıca onu cümleden kaldırdığınızda size bozulmaz, o size bozulmadığı için cümlenin anlamı da bozulmaz: "O kim ki karşısındaki ses çıkaramıyor." örneğinde olduğu gibi. Şimdi de diğer –ki’yi çıkartalım: "O kim ki karşısındaki ses çıkaramıyor."
"Bazen anlam öyle bir değişir ki, kelamı eden bilse söylediğinden utanır."

HEP AYRI DÜŞENLER


  Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir cadı varmış… Bu cadının evinde, sürekli kaynayan bir kazan, hiç susmayan bir papağan, bilenmiş birkaç bıçak, samandan bir yatak ve yazı yazdığı boş bir tahtadan başka hiçbir şey yokmuş. Fazla eşyaya gereksinim duymayan bu cadı, insanları etkileyecek büyüler yapmaya bayılırmış.

  Cadının yaşadığı yerdeki insanlar her şeyi birlikte yaparlar ve hiç ayrılmazlarmış. Cadı bu durumdan çok rahatsızmış ve onları birbirlerinden ayırmanın yollarını arıyormuş. Bunun için daha önce de büyüler yapmış; ancak hiç biri insanlar üzerinde etkili olmamış. Bu nedenle günlerce pazarda dolaşıp onlara kulak vermiş.

  Cadı en sonunda, insanları en çok kendi dilleriyle etkileyebileceğini keşfetmiş; çünkü oradaki insanlar dillerini yazıya dökerken bile yalnızca kelimeler arasında boşluk bırakırlarmış. Bu onların birlikteliğinin bir sembolüymüş. Bu nedenle cadı, kelimeleri birbirlerinden daha fazla ayırabilmek için uğraşmış. Çatlak Kazan’ında kaynattığı pis sularla kelimeleri kirletmiş ve bir kısmını lanetlemeyi başarmış.

  Cadının büyüleri işe yaramış. Mesela; –mı, -mi, -mu, -mü'ler soru sormak için kullanıldığı zamanlarda, kendisinden önceki kelimeden ayrı yazılmaya başlanmış. "Şey" sonuna geldiği eklerden hep ayrı yazılmış; her şey, bir şey, tek şey gibi… O zamana kadar yapışık ikiz muamelesi gören "ya" ve "da" ise bir daha hiç, bir araya gelememişler.

  Denir ki, o günden beridir insanlar ahbaplıklarını ve birlikteliklerini unutmuşlar ve ufak tefek oyunlara gelip birbirlerinden kolayca ayrılmışlar. Kendinden ayrılanları yok saymışlar, kendi taraflarına gelmeyenlere ise saydırmışlar…

DİL ÜSTADI


  Bir zamanlar, belgisizlik anlamı taşıyan "birkaç" kelimesi hep ayrı yazılırmış. İnsanlar mektuplarında, metinlerinde veya yazınlarında "birkaç"ı daima ayrı kullanırlarmış. Bir gün bir adam, memleketinden dönmek üzere olan karısına yazdığı bir mektupta istediği birkaç şeyi sıralamış. Dilini kullanmasını iyi bilen ve dil kurallarına dikkat eden bu adam, istediği o birkaç şeyi yazarken önemli bir hatanın da farkına varmış. Bunun üzerine Dil Kurumuna bir mektup göndererek "birkaç"ın, yazımda ne kadar yanlış kullanıldığını belirtmiş:

    Değerli Dil Kurumu üyeleri,
  Geçen günlerde eşime yazdığım bir mektupta, isteklerimi sıraladığım esnada önemli bir şeyin farkına vardım ve sizi bu konuda bilgilendirmek istedim. Bana, "birkaç"ın ayrı yazılmasının yerinde olmadığını düşündüren mektubumda şunları söylüyordum: "Karıcığım, memleketinden gelirken getirmeni istediğim bir kaç şey var: Elma hoşafı, cevizli börek, tereyağı, sirke ve zeytin." O an fark ettim ki aslında "birkaç" ile belirttiğimiz şeyler birbirinden bağımsız olmayan, bir arada olan şeyler. Örneğin; birkaç adam, birkaç elbise, birkaç hediye, birkaç istek… Mademki "birkaç" ile belirttiklerimiz arasında bir bağ var; öyleyse neden "birkaç"ı ayrı yazıyoruz?

  İşte o gün bugündür "birkaç", bir daha hiç ayrı yazılmamıştır.

Arbeit Macht Frei!


2005 Joe Gledhill
  
  "Arbeit macht frei!" diye bağırıyordu Nazi subayı, elinde tuttuğu sopayla mahkûmları birer birer döverken. "Çalışın, köpekler! Çalışın! Ben size emredinceye kadar durmayacaksınız sizi adi Çingeneler!"

  Thresa, Nazi Kampı’nda esir tutulan bir Çingene idi. Diğer ırkdaşları gibi adı tarih sahnesinde bir Yahudi kadar bile geçmeyecek olan, zorla alıkonmuş, işkence görmüş, tecavüze uğramış basit bir(!) Çingene.

  Nazi subayı öfkeden boğulmuş sesiyle esirlere bağırırken, boynunda asılı duran, canından çok sevdiği babaannesinden armağan zinciri sımsıkı kavramıştı Thresa. Biraz korku, biraz özlemle o kadar sıkmıştı ki zinciri; elinde derin bir yara açılmıştı. Korkudan küçülmüş, ufacık olmuş bedenini taşıyamayacak kadar yorulmuştu da; ancak çalışkan ve dimdik görünmeye uğraşıyordu.

  "Arbeit macht frei!" diye bir kez daha bağırdı Alman subay, kampın girişinde yazıldığı yetmiyormuş gibi. Esirlerden birine son bir darbe daha indirdi ve az önce yanına gelen bir muhafızdan aldığı mektubu açtı. Mektupta, esirlerin toplama kampından çıkarılıp bir başka kampa imha edilmek üzere götürüleceği yazıyordu. Yüzünde beliren şeytani gülümsemenin ardından, diğer subayları da yanına çağırarak durumu anlattı.

  Yaklaşık bir saat sonra gelen birkaç kamyonu kampın eşiğinde bekleterek esirleri ite kaka içlerine doldurdular. Yükleme işlemi tamamlandığında kamyonlar hareket etti ve Çingeneler sessizce seyrettiler yolu.

  Birkaç kilometre sonra aniden durdu kamyonlar. En öndeki sürücü ve subay kamyondan inerek yolu kontrol ettiler. Yol, yan yana ve üst üste koyulmuş saman balyalarıyla kapatılmıştı. Bunun bir tuzak olup olmadığı kuşkusunda kalan subay, kamyonlarında bekleyen diğer subaylara durumu telsizle bildirip onları hazır olmaları konusunda uyardı. Silahını çekerek yolun karşı tarafına geçti ve bir süre ortalıklarda görünmedi.

  Subay, geri döndüğünde gördüklerine inanamamıştı. Ormanı araştırırken hiçbir ses işitmemesine rağmen, her nasıl olduysa, kamyonlar boşaltılmış, subaylar ve sürücüler öldürülmüş, esirler ise kaçmıştı. Durumu incelemek üzere kamyonlardan birinin yanına gelerek durdu, elindeki feneri ayaklarının dibine doğrultarak yerdeki kan izlerini takip etti. İzler, yolu kapatan saman balyalarına doğru gidiyordu. Balyalara vardığında bazılarının dağılmış olduğunu gördü. O esnada, yerde duran saman yığınlarının arasına süzülmüş, parıldayan bir şey gözüne çarptı. Bu bir zincirdi; Thresa’nın boynunda asılı olan zincir. Zinciri eline aldığında, dağılmış balyaların birinden gelen sese kesildi kulakları. Silahını doğrultarak ilerledi, balyayı yardı ve korkudan büzüşmüş, küçük Thresa’yı gördü. Tam silahına davranacaktı ki; arkasından gelen, bir tür gürleme, tıslama karışık bir ses dağıttı tüm dikkatini. Tekrar Thresa’ya çevrildi gözleri; Theresa çılgına dönmüş gibi atıldı subayın üzerine. Ellerini subayın böğrüne saplayarak öldürdü onu ve subayın elinden kurtulan zincir, boğuşmayla dağılmış saman yığınlarının üzerine düştü…