22 Aralık 2014 Pazartesi

Zihin-dan


karantina


  Dünyayı büyük bir felaket almıştı, bir hastalık… Bir korku hastalığıydı; yavaş yavaş ve sinsice ilerleyen, ileri aşamalarında ise insanı tamamen delirten bir hastalık…

  Bilim adamları hastalığa bir çare bulamamışlardı çünkü tamamen ortaya çıkana ve hemen herkese yayılana kadar neredeyse hiçbir belirti göstermemişti. Ayrıca çok kolay bulaşıyordu; içme sularından, yiyeceklerden, havadan ya da tene değen herhangi bir şeyden… Bu nedenle tüm dünyayı sarsması çok uzun sürmedi.

  “Hastalığın 123. günü. Şehirdeki çoğu insanı artık dışarıda göremez oldum. Herkes bir korku halinde, kimse kimseye güvenmiyor. Bu hastalık bizi mahvetti. Şimdiden deliren birkaç yüz kişi gördüm bile. Kimisi eline bir balta almış birbirini kovalıyor, kimisi camdan aşağı atlıyor… Öylesine korkuyorlar ki; yanlarına gidip bir şeyiniz mi var diye soramıyorum. Ben bile ölesiye korkuyorum; ancak durumumun diğerlerinden çok daha iyi olduğunu inkâr edemem.

  Hastalığın ilk kez ortaya çıktığı dönemlerde insanlar işlerine –her şeye rağmen- devam ediyordu. Hükümet yetkilileri her gün, ‘Tüm bunlar geçecek, bir çaresini bulacağız.’ diyorlardı lakin bulamadılar. Üstelik devlet başkanı, canlı yayında korkusundan intihar ederek tam bir kaosa neden oldu. O adamın, o dağ gibi adamın yüzündeki ifadeyi unutamıyorum. Ben hayatım boyunca bu kadar korkan birini görmemiştim. Sanki gözlerinin önünde, en sevdiği insanlara acımasızca işkence ediyorlardı. Aman Tanrım! O nasıl bir korkuydu öyle, acaba ne düşünüyordu?

  Daha sonra her şey içinden çıkılamaz bir hâl aldı. En başta sağlık görevlileri, asker ve polisler, bilim adamları ve pek çok siyasi, aileleriyle birlikte intihar etmeye başladılar. Daha doğrusu, bu aileler evde birbirlerini linç ederek öldürdüler. Tam bir katliam! Gazete manşetlerinde her gün ölüm haberleri… Artık kimsenin futbol oynamadığı, eğlence programları düzenlemediği, gezilere katılmadığı, toplumun yavaş yavaş sokaklardan çekildiği iğrenç bir dönem başladı.

  Yine de o sıralarda, sokakta bazen birilerine denk geldiğim olurdu. Marketleri, eczaneleri ya da benzinlikleri yağmalayan kişiler… İnsanlar, erzak stokları tükendiği için evlerinden çıkıp marketlere giderdi ve ihtiyaçları kadarını alıp hemen evlerine geri dönerdi. Tabii bunu diğer insanları düşündükleri için değil; dışarıda fazla zaman geçirmemek için yaparlardı çünkü herkes birbirinden ölesiye korkuyordu.

  Bir süre böyle devam etti. Bir sonraki aşamaya geçene kadar pek çok kişi daha öldü. Pek çok mu yoksa yarımızdan fazlası mı, tam hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey bir sonraki aşamanın diğer ikisinden çok daha korkunç olduğu. İnsanların çoğu dışarıdaydı, kimse evinde kalmak istemiyordu. Sanırım herkesin klostrofobisi vardı. Çok az insan konuşuyor, çok çok daha azı dinliyordu. İnsanlar yediklerinden, içtiklerinden ve yürüdüklerinden bile korkar olmuştu. İnsanlar artık şiddetten değil; açlıktan ve susuzluktan ölüyordu. Etrafımda benim gibi birkaç kişi hayatta kalmayı başardı ancak daha sonra hayatta kalanların birçoğu delirdi. Yerlerde yuvarlanan, duvar diplerinde sallanan, parmaklarını kesen ya da gözlerini oyan insanlar gördüm. Bunları görüp de delirmemek elde mi?

  Fakat en kötüsünü şu an yaşıyoruz. Kalanların çoğu yıkık dökük evlere döndüler -Sahi, evler neden yıkık dökük? Sanırım bazı zamanlar savaş yapıldı ancak kimle, neden? Bu sorular aklımı kurcalıyor- İnsanlar yine dışarıya çıkamıyor. Şehir berbat durumda, her yeri toz kapladı ve havalar artık çok daha sıcak. Hastalık evrim geçirerek hayvanlara da bulaştı –yani büyük kıyımdan kalanlara- Şimdi onlar daha da mağdurlar. Korkularından avcılık bile yapamayıp açlıktan ölüyorlar. Akbabalar cesetlerden korkup yanlarına yaklaşamıyorlar. Tüm düzen değişti, korku çağı tüm yaşamın sonunu getirdi.

  ...

  Hastalık beynimi kemiriyor, artık korkumdan aynalara bile bakamıyorum. Her yer çok sessiz, çok ürkütücü… Bazen düşünüyorum da sanırım etrafta ses olursa daha da ürkütücü olur…

  ...

  Geçen gün yerde dolanan minik bir böceği zorla yedim. Öncesindeki bir iki gün, korkumdan su bile içmemiştim –temiz, çamurlu bir su bulabilmiş olmama rağmen- Gittikçe paranoyak bir hâl alıyorum galiba. Belki de böcek ölmemiştir, belki de beynimi kemiren odur?

  ...

  Ayaklarımı sürüye sürüye yolda ilerliyorum, sanırım sıcaktan dolayı şapkam kafama yapıştı. Şapkamı çıkarmalı mıyım? Belki de denemeliyim. O da ne? Sesler duyuyorum, sevinmeli miyim? Belki de sevinmemeliyim, çünkü bunlar bağırış sesleri gibi ya da bir çeşit hırlama da olabilir. Geri dönmeliyim! Geri dön…

  Önüme düştü! Önüme düştü! Adam önüme düştü, işte böyle önüme düştü! Hah ha! Şuradan düşmüş olmalı. Bir dakika, hayır! Onu camın önünde duran adam itmiş. Evet, onu itmiş! Artık yaşadığı korkuya dayanamayarak onu camdan itmiş ve ondan sonsuza kadar kurtulmuş. Adam delirmiş, adam delirmiş, adam delirmiş, adam delirmiş…

  ...

  Geçen gün yerde gördüğüm savunmasız bir çekirgeye uzanıyordum ki hemen sağ yanımdan bazı çığlıklar işittim. İki kadın birbirinden ölesiye korkuyordu ve çığlık atıyordu. Kaçışmaya çalıştılar fakat beceremediler. Yüz ifadeleri değişmişti ve şişip kabaran damarları seçilebiliyordu. Bir de gözler vardı tabii; kıpkırmızı gözler. Sonuna kadar açılmış, iri gözler… Birbirlerini öldürdüler…

  ...

  Ölüm nedir? Peki ya, yaşam? Delilik nedir? Artık delilik ayrımının kalktığına eminim, şayet bana deli diyebilecek bir akıllı kalmadı. Korkunun ne demek olduğunu dahi unuttum ya da unuttuğum şey korkmamanın ne demek olduğu. Artık böcek bile yiyemiyorum; otların köklerinden beslenmekten başka yapabildiğim hiçbir şey yok. Yaşam ile ölüm arasında bir yerdeyim, enerjimin son damlalarını nerede tüketeceğimi şimdiden merak ediyorum.

  ...

  Çıldırmanın sınırlarındayım. Her yeri leş kokusu sardı, ben de yakında onlardan biri olacağım. Artık kimse, sesini bile çıkarmıyor. Kimse kimseye bakmıyor; ben de kimseye bakmıyorum. Belki de kimse diye bir şey kalmamıştır; lakin bunu öğrenecek cesaretim yok. Çıldırmanın sınırlarındayım. Her yeri leş kokusu…

  Önümdeki gölge kime ait? Ayakta duran birisi mi var? İlerleyemiyorum; geriye de dönemiyorum. Sahi, ben neden yürüyordum ki? Bu gölge de ne böyle? Önümdeki gölge kime ait? Gölge varsa ışık da var olmalı... Yoksa var olmak zorunda değil mi? Işık varsa ben uzun zamandır neden karanlıkta yaşıyorum? Önümdeki gölge de neyin nesi?

  ...

  Kafamı kaldırıp bakmalı mıyım? Şayet, dayanacak gücüm kalmadı; buna artık bir son vermeliyim. Kafamı kaldırmalı… Aman Tanrım! Bir adam bana bakıyor! Kafasını kaldırmış o da… Çığlık atıyor, yüzü kızarıyor, gözleri büyüyor! Saldıracak olmalı, ne yapmalıyım? Kendime gelmeliyim, kaçmalıyım çünkü elinde bir balta tutuyor! Şimdi ise baltayı havaya kaldırıyor! Bir adım geriye gitmeliyim. Evet, geriye…

  ...

  Adam çatlıyor! Adam çatlıyor! Eli havada kaldı, kıpkırmızı gözleri yuvalarından fırlıyor! Adam çatlıyor! Koşmalıyım, kaçmalıyım! İleriye daha da ileriye! Gücüm yettiğince! Koşarken birine mi çarptım? Belki de o bana çarptı? Yo, ben çarptım, hatta şimdi bir başkasına daha! İnsanlar peşimden mi geliyor? Herkes kaçışmaya başladı, herkes çığlık atıyor! İnsanlar birbirini öldürüyor! Aman Tanrım, ben ne yaptım böyle? İşte, yine başladık! Neye başladık? Etrafta hiç kimse yok ki…

  ...

  Sıcağın altında cayır cayır yanan vücudum adeta “cos” etti. Beni gitgide alaşağı eden bu yerde, uzun zamandır aradığım huzuru bulmuş olmalıyım. Serinlik, sessizlik ve huzur… Görüntü gittikçe bulanıklaşıyor; böylece o çirkin şehri anbean daha az seçebiliyorum. Işık her geçen saniye azalıyor ve etrafımda dağılıyor. İçine düştüğüm bu berrak su, beni tüm dertlerimden kurtarıyor. Zihnimin tüm oyunları artık sona eriyor, bu zihin-dandan artık kurtuluyorum.