17 Aralık 2015 Perşembe

Takvim Yaprakları


Saat gecenin on biri, annem yatmış. Bitmek bilmeyen bir günün yorgunluğunu atmadan önce, içimi ısıtsın diye demlediğim çayımdan küçük bir yudum alıyorum. Kulağımda, sabahtır dinlediğim Ay Işığı Sonatı mırıldanıyor. Aklımda yine sen varsın, ellerin var, hani küçücük. Mutfağın içine sinmiş sigara dumanı yavaşça delerken ciğerimi, gözüm takvim yapraklarına ilişiyor. Her zaman olduğu gibi, geleceğin günleri sayıyorum. Biraz daha var diyorum kendime, sahiden ne kadar kaldı ki? On gün mü, yoksa daha az mı? Yerimden doğrulup takvim yaprağına uzanıyorum, nasılsa yarın sökülüp atılmayacak mı?

...

Bu gereksiz işi de hallettiğime göre, artık uykuma ve seninle ilgili rüyalarıma geri dönebilirim diye düşünüyorum. Tabii, masanın üzerinde boynu bükük bıraktığım bardağımı yerine kaldırdıktan sonra... Ama, o da ne? Bardağımın masanın üzerinde olmadığını fark ediyorum. Üstelik bende de bir gariplik var gibi, tıpkı evdeki gibi... Televizyonun açık olduğunu fark etmemiştim, sahiden annem de yatmıştı. Bu televizyon sesi de nereden çıktı böyle? Kapıyı açıp ağır aksak oturma odasına ilerliyorum. Annem koltuğa kurulmuş televizyon seyrediyor. Sen yatmamış mıydın, diye soruyorum ve bana anlamsız gözlerle bakıyor. Gözlerine bakıyorum, cevap verecek gibi oluyor fakat vereceği cevabı beklemeden mutfağa geri koşuyorum.

Anlayamıyorum, gerçekten anlamlandıramıyorum. Sonra takvim yaprağının hala elimde olduğunu fark ediyorum. Bir tane daha koparmak için uzanıyorum...

...

Televizyon hala açık mı? Mutfağın lambasını ne zaman değiştik? Telefonumu elime alıp ekran kilidine dokunuyorum. Bugün ayın 19'u mu? 17'sinde değil miydik en son; hani, yarın nasılsa koparılacak diyerek yırttığım? Korkuyorum, çok korkuyorum; fakat içimdeki duygulara engel olamıyorum...

...

Beklediğim gün geldi çattı demek. Üstelik takvim yaprakları sayesinde, yaşadığım zamandan hiçbir şey anlamayarak... On günüm gitti hayatımdan, fakat seni gördüm ya işte buna değdi. Olmayacak biliyorum; fakat ben yine de direniyorum. Seni senede bir kez bile olsa görmek istiyorum. Duygularıma hakim olamıyorum, hayır, olamıyorum. Sonra sen tekrar gidiyorsun, merak etme iki ay sonra geleceğim, diyerek. Ben ise yine dayanamıyorum; senden sonra geçirdiğim birkaç güne dayanamıyorum. Bir umut, elim yine takvim yapraklarına uzanıyor...

...

İşte, sen yine geliyorsun. Her zamanki neşenle, hani en sevdiğim. Sana dokunamıyorum, sana bakamıyorum. Elimden gelse yapardım fakat yapamıyorum. Ve sen bir iki güne kalmadan tekrar gidiyorsun. Tekrar geleceğim; ancak bu sefer biraz daha uzun sürecek diyorsun.

Eve gidip aynada kendime bakıyorum. Bir sene nasıl dayanırım, diye kendime soruyorum. Bu kadarını göze alamam diyorum. Aptallığıma yanıp kendime kızıyor, duygularıma içerleniyor ve bunun acısını kimden çıkaracağımı bilemiyorum. Ve sonra...

...
...
...
...

Bir sene mi geçmiş? Ben neredeyim? Evim bir senede pek bir değilmiş, sahiden ben neredeyim? Hızlıca kapıdan dışarı çıkıyorum, cebimde para var mı diye de bir kontrol ediyorum. Evet, var galiba. Sahiden, acaba ben hala çalışıyor muyum? Bir senede hayatımda nelerin değimiş olabileceğinin hayalini kurarken yola devam ediyorum ve işte, seni yeniden görüyorum. İyi görünmediğimi söylüyorsun, seni dinliyorum. Hayatında ne var ne yok diyorsun, bunu bilmiyorum. Büyük bir boşluğun içinden çıkmaya çabalarken, hayatı kaçırıyorum. Bir buçuk senem, birkaç gün kadar geçti ama bunu anlatamıyorum. Ve sen yine gidiyorsun ve üstelik bu sefer belki de biraz daha uzun...

...
...
...
...
...
...

Kendimi yine aynaya bakarken buluyorum. Kulağımda, birkaç sabah önce dinlediğim Ay Işığı Sonatı mırıldanıyor. Aklımda yine sen varsın, ellerin var, hani küçücük. Kirli sakalıma, çökmüş yanaklarıma, belirgin bir şekilde buruşmaya başlamış olan yüzüme ve sakalımdaki beyazlara şaşırıyorum. Ben, seni her gün görebilmek için bana ait olan bir hayatı hiç ediyorum...


6 Aralık 2015 Pazar

Yanılsama

yanılsama, sanrı, halüsinasyon, şizofreni, trip


Yanılsamadan ibaret olduğunu düşündüğü bedenime hakaretler yağdırırken halen sinirli görünüyor ve kafasını sağa sola sallayarak beni öldüreceğini söylüyordu. Sahi bunu yapabilir miydi? Tam bir delilik olduğunu biliyorum fakat bir an için beni gerçekten öldürebileceğini düşündüm. Sonra o gergin yüzüne bakıp, "Seni aklımın en ücra köşelerinden bile sileceğim; seni bütün çılgınlıklarınla birlikte geldiğin yere gömeceğim." dedim.

Merhaba, ben Stawinski. 28 yaşında, 1.80 boyunda, yakışıklı sayılabilecek esmer bir erkeğim. Geçmişim hakkında konuşmayı pek fazla sevmem; aslında bakarsanız konuşmayı da pek fazla sevmem. Lâkin, son dönemlerde yaşadığım mental sorunlardan dolayı, eskisinden fazla konuşmaya ihtiyacım var.

Bundan birkaç ay önce tek başıma yaşayan biriydim. Uzun bir süre ailesinin yanında yaşamış olan her erkek gibi ben de tek başına yaşamanın verdiği huzuru ve konforu hiçbir yerde bulamadım. Fakat son dönemlerde yaşadığım maddi sıkıntılar yüzünden ev arkadaşı aramaya başladım. Sonra Paul ile tanıştım. Paul, ev arkadaşı ilanını görüp beni arayan kişilerden biri değildi. Onunla, sıkıntılı bir gecemde tek başıma gidip içtiğim bir barda tanıştım. O da benim gibi oldukça sıkıntılı görünüyordu. Hiç durmadan ellerini ovuşturan, sigarasını tam bitirmeden yenisini yakan ve etrafıyla hiç ilgilenmeyen tavırlarıyla beni kendisine çekmeyi başarmıştı. Ona bakınca kendimi görüyormuşum gibi hissetmiştim. Bu nedenle ona bir viski ısmarlayıp yanına gittim. Yanına oturduğum anda bana söylediği ilk şey, "Ben eşcinsel değilim moruk." olmuştu; "Bak, yanlış anlama. Gerçekten cinsiyetçi biri değilim fakat gereğinden fazla yaklaşırsan seni fena döverim." ise ikinci lafı. Her neyse, konumuz bu değil. Onunla nihayetinde tanışıp derdimi anlatabilmiştim. Gerçekten de bana oldukça benziyordu; hayat hikâyemiz, sorunlarımız, eski kız arkadaşlarımız, hayal kırıklıklarımız... Bütün gece onu dinledim fakat ben pek bir şey anlatmadım. Ona yalnızca, "Seninle ben, gerçekten birbirimize benziyoruz." deyip durdum. Beni anlamış gibi gözüküyordu. Dedim ya zaten, ben pek fazla konuşmayı sevmem. Onunla yalnızca bu konuda pek fazla uyuşmuyorduk; geri kalanı ise neredeyse aynıydı.

Derken kısa süre içinde iyi birer dost olduk ve tanışmamızın üçüncü haftasında benim yanıma taşındı. Bizimkisi sanki birer kader ortaklığıydı. Aslında benim aksime kadere pek inanmazdı: Ona göre biz yoldaştık.

Paul ile çok zaman geçirdik. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez olmuştu. Birbirimize iyice alıştığımız dönemde ikimiz de işten ayrıldık. Birikimlerimizle idare ediyor; çok gerekmedikçe dışarı çıkmıyorduk. Aslında, uyuşturucu almak için dışarı çıktığı zamanlarda ona göz kulak olmak için ben de çıkıyordum. Ona her defasında uyuşturucuyu bırakmasını söylediysem de lafımı bir türlü dinletemedim. Bir müddet sonra kendimi onun ebeveyni gibi hissetmeye başlamıştım bile!

Demiştim ya, birbirimize çok benziyoruz diye, gerçekten uzun bir süre böyle düşünmeye devam ettim fakat neden sonra anladım ki aslında birbirimize hiç de benzemiyoruz. Daha doğrusu birbirimize hem çok benziyoruz hem de hiç benzemiyoruz. Kimi zaman ona tam anlamıyla ayak uydurabiliyorken kimi zamansa yaptığı hiçbir şeye anlam veremiyordum. Gerçekten zaman geçtikçe yaptığı pek çok şey benim için anlamsızlaşmaya başlamıştı. Gerçi bir gün içerken kendisi de bunu pekâlâ itiraf etti: "Fakat elimde değil... Ne kadar istemesem bile... Böyle bir adamım işte, anla beni. Senin gibi biri olmak isteyen ancak hiçbir zaman kendinden vazgeçemeyecek bir adam. Belki de bu nedenle senin yanına taşınmışımdır."

Tüm aptallıklarına rağmen ev arkadaşlığımız oldukça uzun bir süre sürdü. Paul beni büyük bir yalnızlığın içinden kurtarmıştı fakat bu süre içerisinde de benden pek çok şey alıp götürmüştü. Yaşam tarzının bohemliğinden ve kafasının dağınıklığından usanmıştım. Kimi zaman ise bir yerlere çekip gitmesinden... Beni tamamen unuturdu ve bir şeyler yapıp geri gelirdi. O süre içerisinde ondan hiç haber alamazdım fakat anladığım kadarıyla eğleniyordu. Sanırım her zaman isteyip hiçbir zaman olamadığım biriydi. Bu konuda da onunla aynı şeyi düşünüyorduk.

Ondan ayrı kaldığım süre boyunca ne yaptığını merak edip durdum hatta birkaç sefer onu takip etmeyi bile denedim fakat her nasılsa, her defasında izini kaybettirmeyi başarıyordu. Benden gizli yaptığı hiçbir şeyi ortaya çıkaramıyordum. Bir müddet sonra onu tamamen kendi haline bırakıp düşünmeye başladım. Yaptıklarını, anlattıklarını, bana karşı olan tavırlarını... Her şeyi didik didik ettim, tüm anılarımızı bir yerlere yazarak olay sırasına göre dizdim. Hiçbir ayrıntıyı atlamadım ve bir gün bir şey dikkatimi çekti: Masanın üzerindeki bardak. Biz dün gece içmiştik öyle değil mi? Yani biz, Paul ve ben ikimiz de içmiştik fakat masanın üzerinde bir tane bardak vardı. Hemen bulaşık makinesinin kapağını açıp içine bir göz attım; oradan da mutfağın çeşitli yerlerine, çöpe ve kanepenin kenarına. Her yere baktım ancak bir bardak daha bulamadım. Onunla birlikte içtiğimize emindim ancak diğer bardağı bir türlü bulamadım. Belki de giderken bardağı çöpe attı ya da bilmiyorum, başka bir şey işte... Bardak olayını kafama takmamaya çalıştım ve odama gittim fakat o da ne! Odamdaki diğer yatak neredeydi? Odamda iki yatak olduğuna eminim çünkü Paul ile aynı odada kalıyorduk! Her şey gitgide ilginçleşmeye başlamıştı çünkü o an fark etmiştim ki, bu küçücük odaya iki yatak sığamazdı. Aklımı kaçıracak gibiydim, neler oluyordu?

Aylar önce, kız arkadaşım tarafından terk edildiğimde, arkadaşlarımdan uzaklaştığımda ve ailem tarafından dışlandığımda çok yalnız kalmıştım. Paul işte bu dönemde çıkıp girmişti hayatıma. Kadınlardan ve insanlardan soğuduğum bir dönemde... Aman Tanrım! Ya Paul benim yarattığım biriyse, o zaman ne olacaktı?

Tekli koltuğun yanına çömelip başımı bacaklarımın arasına sıkıştırdım. Aklımı kaybetmek üzere, saatler süren bir yolculuğa çıktım. Zihnimin en derinlerine inmeye çalışıp orada Paul'u aradım. Aradığım cevaplara ulaşmak üzere olduğumu hissettiğim anda Paul içeri girdi. Bana öylece bakıp ne yaptığımı sordu. Yine içmişti ve oldukça gergin gözüküyordu. Paul'u görünce yaşadığım travmayı bir anda unutup ona nerede olduğunu sordum. Bana cevap vermemeyi tercih etti ve kanepenin üzerine uzandı. Nerede olduğunu öğrenmek için üsteledim; fakat tek bir cevap bile alamadım. Beni herkesin yalnız bıraktığı halime çok benziyordu. İşte bu! Gerçekleri tekrar anımsadım; Paul gerçek değildi!

"Paul, seninle konuşmamız gereken bir konu var." diyerek lafa girdim. "Biliyor musun, sen yalnızca bir karaktersin; beni yalnızlığımdan kurtarasın diye uydurduğum bir karakter. Sen bir hiçliksin; deneyimlerimden edindiğim bir sonuç! Düşüncelerimden ibaret bir fantazi!" Ben böyle söyledikten sonra Paul bana döndü ve, "Sahiden mi?" dedi, "Belki de gerçek olan benimdir ha? Belki de sen benim yarattığım bir karaktersindir kim bilir?" Ona aptal olmaması gerektiğini söyledim: "Gerçekten çok yalnızdım; arkadaşlarımdan, ailemden, kız arkadaşımdan ve iş yerimden ayrılmıştım. Herkesin beni kaderime terk ettiği bir dönemde sen çıkıverdin; hem de öylece, pat diye!" Ben böyle söylediğimde yüzü asıldı ve tek bir hamleyle koltuktan kalkıp karşıma geçti: "Bana bak soytarı, benim cümlelerimi kullanıyorsun. Benim gibi kokuyor, benim gibi düşünüyorsun fakat aynı zamanda olmak isteyip de olamadığım biri gibisin. Yaşam tarzımı beğenmiyor, beni her fırsatta eleştiriyorsun. Bana öğütler verip duruyorsun. Sen benim, yıllar önce kaybettiğim birine çok benziyorsun!"

Aklım iyice karışmıştı fakat sinirlenmemeye ve aklı selim bir şekilde düşünmeye çalıştım. Paul'un tüm öfkesini üzerime kusmasına izin verip sustum fakat onu tam olarak dinlemedim bile. O konuşurken ben düşünüyordum. Evden bir an önce çıkıp psikoloğumu tekrar görmem gerektiğine karar verdim ancak Paul yakamı bırakacak gibi görünmüyordu. Beynimin yarattığı bir halüsinasyonun düşüncelerimi okuyup buna göre davranabilme ihtimalini düşündüm. Ne yapacağımı bilmiyordum, derken Paul'a geri döndüm.

Yanılsamadan ibaret olduğunu düşündüğü bedenime hakaretler yağdırırken halen sinirli görünüyor ve kafasını sağa sola sallayarak beni öldüreceğini söylüyordu. Sahi bunu yapabilir miydi? Tam bir delilik olduğunu biliyorum fakat bir an için beni gerçekten öldürebileceğini düşündüm. Sonra o gergin yüzüne bakıp, "Seni aklımın en ücra köşelerinden bile sileceğim; seni bütün çılgınlıklarınla birlikte geldiğin yere gömeceğim." dedim.

Sinirlendiğimi görünce şaşkına döndü ve elini arkasına götürdü. Kemerine takılmış olan bir şeyi çıkarmakla uğraşıyordu. "Beni öldüremezsin aptal, sen bir hayalden ibaretsin!" diye bağırdım. Bana güldü ve elini arkasından kurtararak bana bir şey uzattı. "Bir fotoğraf mı? Neyin peşindesin sen?" diye sordum, "Al da bak." dedi. Fotoğrafa baktım, Paul ile tanıştığımız gün çekildiği anlaşılan bu fotoğrafta Paul tek başına barda oturuyordu. "Bu ne anlama geliyor şimdi?" diye sordum, "Fotoğrafa iyice bak aptal." dedi, "Yeşil montlu adamı görüyor musun? Bize doğru dönmüş bir şeyler söylüyor. Hatırlıyorsan benden çakmak istemişti ve ben çakmağımı bulamayınca sen uzatmıştın. Fotoğrafta ise çakmağı uzatan kişi barmen; benim yanım ise boş! Sen gerçek değilsin ahbap! Sen büyük bir yalandan ibaretsin; aklımın bana bir oyunu! Sen artık ölü bir kurgusun!"

Bir de baktım ki, elime aldığımı sandığım fotoğraf Paul'un elinde duruyordu. Odadaki resimlerin tümü değişmişti; evde bana dair ne varsa bir anda silindi. Ev, en başından beri Paul'undu... Ben ise, Paul'un zihninde yarattığı bir bilincin kaybolmakta olan parçası...

5 Aralık 2015 Cumartesi

Tanrı'ya İnanmak vs. Tanrı'nın Varlığına İnanmak

tanrı, tanrının varlığı, tanrının sonsuzluğu, inanmak

Ahmet'e inanıyorum deseydim ne düşünürdünüz? Tabii ki de Ahmet'in söylediklerine ya da gösterdiklerine; kısacası Ahmet'in işaret ettiği şeye inandığımı düşünürdünüz. Ahmet'e inanmakla Ahmet'in varlığına inanmak arasında dağlar kadar fark varken Tanrı'ya inanmakla Tanrı'nın varlığına inanmak neden birbirinin aynı anlama gelsin?

Peki, Tanrı'ya inanıyorsam, yani onun işaret ettiklerine inanıyorsam, bu, Tanrı'nın varlığına da inandığım anlamına gelmez mi? Evet, gelir. Sonuçta varlığına inanmadığım bir şeyin işaret ettiklerine de inanmıyor olmam beklenir. Daha doğrusu, eğer bir "şeyin" ifade ettiklerine inandığımı belirtiyorsam o halde o "şeyin" varlığını da zaten kabul etmişim demektir. O halde Tanrı'ya inanmak ya da Tanrı'nın varlığına inanmak aynı düşünceyi ifade ediyor. Fakat buradaki sorun, anlatımla izah edilen şeylerin aynı olup olmadığından çok düşüncenin izah ediliş biçiminde.

Ahmet'e inanmak ile Ahmet'in varlığına inanmak örneğine geri dönelim: Şimdi, birinci cümleden anladığımız kadarıyla, Ahmet bize bir şeyler söylemeye çalışıyor. Yani Ahmet'in bir konu hakkında düşünceleri, fikirleri ya da eylemleri var fakat ikinci cümle yalnızca Ahmet'in var oluşuyla ilgili bir düşünceyi aktarıyor. Peki, bu ne demek? Eğer Ahmet Tanrı olsaydı ve biz Ahmet'in düşünceleri, fikirleri ya da eylemlerinin olduğuna dair bir ön kabulle konuşmuş olsaydık, Ahmet'in gönderdiği bir kitaptan, bir peygamberden ya da birkaç cümle dolusu kuraldan da bahsetmiş olurduk. Yani Ahmet bir şey söylüyorsa, bunu bir yere yazmış ve bize göndermiş olabilir. Biz de bu durumda teist olurduk (yani bir kutsal kitaba inanan kişi). Eğer Ahmet'e değil; Ahmet'in varlığına inandığımızı söyleseydik; Ahmet'e ait bir kutsal kitaba değil; doğrudan Ahmet'in var olduğuna inandığımızı söyleyerek deist olurduk. Belki de bunların tümünü inkâr ederek ateist (Ahmet'in varlığını reddeden kişi) olurduk. Bu da demek oluyor ki, ifadedeki yanlışlık anlamının özünde değil; biçiminde.

Böylesine gereksiz bir konuda yazma eylemine başlamışken, konuyla ilgili başka bir örneğe daha değineyim. Örneğin, Tanrı'ya inanmak (İslam dini çerçevesinde: Allah'a inanmak), aslında çoklu bir din anlayışının bir ürünü olabilir mi? Yine Ahmet örneğine dönüyorum: Ben Ahmet'e inandığımı söylüyorsam, bu açıkça başka birilerinin de bir şeyler söylediği anlamına gelmez mi? O halde Tanrı'ya inandığımı söylüyorsam, başka "şeyler"in varlığını da kabul etmiş olmaz mıyım? Tanrı'ya inanmakla kastım "din" bağlamındaki olgular olduğuna göre, başka "şeyler"in de kendilerine ait dinlerinin olduğundan bahsetmiş olurum. Bu da demek olur ki; birçok yaratıcı ve birçok din var ve ben aralarından "Tanrı" olarak isimlendirdiğime inanıyorum.

Daha çok dil bilgisiyle alakalı olan bu konu bizi biraz daha teolojiye yaklaştırsın ve Tanrı kavramıyla ilgili birkaç soru daha soralım:

Bildiğiniz üzere, üç boyutlu (zaman boyutu ile dört boyutlu) evrenimiz her anlamda sınırlıdır. Örneğin; enerjinin korunumu yasasına göre, evrendeki enerji sabittir, yani evrendeki toplam enerjide artma veya azalma olamaz. Bunu gündelik hayatımızdaki basit deneyimlerimizden de görebiliriz. Mesela bir otomobilin hareket kazanabilmesi için enerjiye ihtiyacı vardır. Bu enerjiyi ise yakıtını harcayarak sağlar. Yakıtın, motordaki yanma odasında değişime uğraması ve enerjisini pistonlar aracılığıyla motora aktarması sayesinde araç hareket eder. Bu bir döngüdür. Nem oranı yüksek sıcak havanın atmosferin yukarı tabakalarında soğuyarak yağışa dönüşmesi ve yağış sonrası aşağıda kalan suyun buharlaşarak tekrar göğe yükselmesi de buna benzer bir kısır döngüyü ve enerjinin korunumu yasası gereği, enerjinin ortadan kaybolmayıp yalnızca biçim değiştirdiğini gösterir.

Evrendeki bir başka sınır ise hız limitimiz ile ilgili. Bilindiği üzere, evrendeki hiçbir madde ışık hızını geçemez çünkü ışığın bu kadar hızlı olmasının tek sebebi, ışık parçacıkları olarak da bilinen fotonların kütlelerinin olmayışıdır. Yani fotonlar birer madde değildir. Eğer kütleleri olsaydı, hızları arttıkça kütleleri de artacak dolayısıyla hızlanmak için daha fazla enerjiye ihtiyaç duyacaklardı. Daha fazla enerji yüklenip kütlelerini arttırdıklarında yine daha fazla enerjiye ihtiyaç duyacak; böylelikle sonsuza dek istedikleri hıza ulaşamayacaklardı.

İki paragrafın özeti şu: Evrenimiz sınırlı! Enerjimiz de hızımız da! Halbuki biz evreni sonsuz zannediyorduk. Her şeyin bir üst limitinin bulunduğu evren hiç sonsuz olabilir mi? Olamaz; lakin sınırlarını göremeyecek kadar küçük olduğumuzdan bize sonsuz gibi geliyor. İnsanoğlunun neden sınırlı bir zekâya sahip olduğunu daha iyi anlamışsınızdır belki. Biz de bu üç boyutlu (zaman boyutu ile dört boyutlu) evrenin bir parçası olduğumuz için biz de sınırlıyız!

Peki, Tanrı evrenin neresinde? Tanrı fiziksel bir güç mü yoksa üç boyutlu evrenin dışındaki başka bir boyut mu? Sınırları olduğundan bahsettiğimiz bir evrenin yaratıcısı da sınırlı bir güce mi sahiptir sizce? Bence öyledir. Eğer sınırsız bir güçle donanmış olsaydı evrenimizi de sınırların ötesinde inşa ederdi. Bunu şöyle izah edeyim: İnsanoğlunun, teknolojinin zirvesinde olduğu bir gelecekte, Ahmet isimli dahi bir bilgisayar programcısı, hükümetin bile elinde olmayan bir hıza sahip bilgisayarının içinde kendi iki boyutlu evrenini oluştursun. Bu evrenin muhakkak bir sınırı olacaktır (Ahmet'in ve bilgisayar teknolojilerinin ulaşabilecekleri maksimum hız kadar) fakat bu iki boyutlu evrenin zamanıyla gerçek dünyanın zamanı birbirinden farklı olacağından, iki boyutlu evrende geçen ve birkaç milyar yıl gibi algılanan zaman aralığı, gerçek dünyadaki birkaç saate denk gelebilir. O halde Ahmet, kendi evreninin yaratıcısı olan bir tanrı; iki boyutlu evrende yaşayan zeki varlıklar ise, evrenlerinin izin verdiği ölçüde kendilerini geliştirebilmiş olan kullar olabilirler! O halde Tanrı, aslında bir ya da iki boyut üzerimizde olan "bir varlık" ya da "bir topluluk" olabilir mi? Sanırım bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz.

Eğer Tanrı, gerçekten sonsuzluğu işaret eden bir kavramsa, o halde üç boyutlu (zaman boyutu ile dört boyutlu) evrenin dışında olmalı. Fakat buradaki asıl soru şu: Sonsuzluk ne demek? Sonsuzluk, içinde yaşadığımız uzay-zaman için geçerli bir kavram değil. Mesela şimdi size, bana ne kadar uzunlukta bir rakam yazabilirsiniz, diye sorsaydım ne cevap verirdiniz? Dünyadaki bütün duvarları, yeri ve hatta göğü doldursanız; evrendeki her taşı, her molekülü ya da her atom altı parçacığı bir sayıyla işaretleseniz ne olur? Muhakkak bir sınıra erişmeyecek misiniz? O halde sonlu bir evrende yaşayıp sonsuzluk kavramını nasıl anlayabiliriz ki? Bu nedenle, eğer gerçekten de sonsuzluk kavramına denk gelen bir tanrı varsa kesinlikle bu evrende değil!

Peki ya nerede olabilir? Mesela matematik evreninde olabilir mi? Matematik evreni, içinde yaşadığımız evrenin temel fizik kurallarını açıklamamızda bize yardımcı olabilen, kendine has yapısı gereği evrenimizle kimi zaman kesişen kimi zamansa çelişen bambaşka bir evren. Eksi iki elmayla eksi iki elmayı topladığınızda dört elmanızın olduğu fantastik bir kurgu! Eğer gerçekten sonsuzluk diye bir şey varsa, işte orada olmalı!

Temel fizik yasalarının matematiksel döngülerle oluşturulduğunu düşünürsek, Tanrı'nın da matematik evreninde bulunduğuna kanıt göstermiş oluruz belki ancak bu sefer de, matematik evreninin sonsuzluğundan dolayı Tanrı'nın sonsuz bir güce sahip olduğunu kabul ederiz ki bu da şu ana dek öğrendiğimiz bütün kurallarla çelişen bir durumu ortaya koyar.

"Sonsuz güç" kavramı, belirli limitleri olan bir gücün zamansal anlamdaki sonsuzluğunu mu ifade eder; yoksa gücün kendisinin bir sınırı olmadığını mı? Sınırlı evrenimizde her ikisinin de mümkün olmadığını biliyoruz. Örneğin bir yıldız, nükleer enerjisini dışarıya ısı ve ışık olarak saçarken başka dünyalara ya da başka yıldızlara hayat verir ve enerjisinin form değiştirerek kendisinden uzaklaşmasından dolayı gün be gün zayıflar. O halde Tanrı da evreni yaratırken, kendi enerjisinin bir kısmını evrene aktarmış ve tekil halinde olduğundan daha zayıf düşmüş olabilir mi?

Diyelim ki Tanrı için böyle bir durum söz konusu değil; o her daim sonsuz bir kudrete ve yaratma gücüne sahip. Peki ya gücünün sınırları olmayan bir Tanrı kendini yok edebilir mi? (Tabii önce istemesi lazım; sonuçta istemek başarmanın yarısı) Belli ki yok edemez çünkü sonsuz kudretteki bir varlığın kendisini yok etmesi için yine sonsuz bir güce ihtiyacı vardır. Sonsuz bir gücü yok etmek için harcayacağı sonsuz güç, onun kendisini yok etmesi için yetmeyecektir. Bu tıpkı, aynı hızda, aynı momentte ve aynı kütledeki iki cismin birbiriyle çarpışmasına benzer. Bu, her anlamda birbirinin aynısı olan iki cisim tam orta noktada buluştuklarında duracaklardır çünkü birbirlerine etki eden kuvvetler aynıdır ve sonuç durağanlıktır.

O halde Tanrı kendini yok etmek için gücünü kullanmaya çalıştığında bizim "sonsuz" diye nitelendirdiğimiz ve birbirinin aynısı olan güçlerin yapabileceği tek şey "durağanlık" yaratmak olacaktır. Yani, Tanrı'ya bir şey olmaz arkadaşlar. Bu arada, acaba bazılarımızdaki intihar meyili Tanrı'nın kendini yok etme isteğinden mi gelmektedir? Bunu da bir köşeye koyalım böyle.

Tanrıyla ilgili -bence- çok değerli olan bu soruları cevaplayabildiğimiz bir gün gelecek mi bilmiyorum ancak şu an tam anlamıyla cevaplayamadığımız için bu kavramı çok fazla kurcalamaya gerek olmadığı kanaatindeyim. Bu nedenle isteyen inansın, istemeyen inanmasın. Biz kendi işimize bakalım.

S.A.

13 Ekim 2015 Salı

Bizim Zorumuz Ne? Barışı Katlettiler, İnsanlığı Katlettiler, Bazılarıysa Oh Çektiler!

Ankara'daki bombalı saldırı, eşine sımsıkı sarıldı, yine de barış


Son birkaç günde, afedersiniz, son birkaç ayda ve hatta son birkaç yılda yaşadıklarımız, Türkiye'de sıradan bir gün oldu artık. Önce Türkiye'nin Güneydoğu sınırında, Suruç'ta yapılan o hain saldırı ve daha Suruç'un yaraları sarılmamışken Türkiye'nin tam göbeğinde, Ankara'da yapılan saldırı... Ve bu saldırıların denemesi niteliğindeki Reyhanlı saldırısı...

Gerçekten bok gibi günler geçiriyoruz. Cumartesi günü Ankara'daki -canlı mıdır cansız mıdır bilemem- bombalı saldırı haberini alınca başımdan aşağı kaynar sular döküldü gibi hissettim. Geçtiğimiz aylarda, Soma'da gerçekleşen işçi katliamının haberini duyunca da böylesine bok gibi hissetmiştim. Acı üstüne acı, ülke adeta işçi ve emekçilerin, barış umuduyla yola çıkanların ve oraya buraya hesapsızca sürülen askerlerin, polislerin kanlarıyla ıslanıyor. Öyle ya, bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır!

Haberin şokunu atlattıktan kısa bir süre sonra, "Emek, Barış, Demokrasi Mitingi"ne giden ve Ankara'da olup, bu mitinge katılmış olabileceğini düşündüğüm arkadaşlarımı aradım. Neyse ki iyilermiş (Bunu duymak acımı biraz olsun hafifletti; ancak çoktan uçup gitmiş olan neşemi yerine getirmedi). Daha sonra, sosyal medyada ve haber sitelerinde dolaşan malum görüntüleri izledim. İnsanlar şok içinde; ağlıyorlar, çığlık atıyorlar, isyan ediyorlar, bir o yana bir bu yana koşturuyorlar. Kiminin arkadaşı ölmüş mitingde, kiminin ağabeyi, kiminin babası, annesi, oğlu, kızı, sevgilisi, nişanlısı... Etrafa ölüm kusan bir canavar, gencecik bedenlerdeki neşe dolu, barış dolu ruhu almış ve her yana savurmuş!

Bir kadıncağız çıkmış, patlamanın hemen ardından, "Barışı öle öle getireceğiz. Hepimiz ölsek de bu barış gelecek, bu memlekete! Barışı biz öle öle getiriyoruz. Çocuklarımız parçalanmış her yerde, parçalanmış!" diyor. İzlemeye gücünüz yeterse izleyin bir kez daha! Oradaki insanları, teröristlikle, vatan hainliğiyle suçlamadan önce izleyin! Orada ne işleri varmış, bile bile gittiler, hak ettiler demeden önce izleyin insafsızlar!

Beni gerçekten şok eden asıl şey ise, etrafımdaki bazı insanların söyledikleri oldu. Oradaki ölümlere üzülmeyenleri bir tarafa bırakıyorum, öldükleri iyi oldu, zaten onlar teröristti, onlar Kürttü diyenler mi ararsın, HDP bayrağının kana bulanmasından keyif alıp, her gün birinizi bir gün hepinizi yazan mı... Yahu, söylesene arkadaşım, bu nasıl bir vicdansızlık, bu nasıl bir düşmanlık, bu nasıl bir öfke? Bir de, "O kadar şehit verdik, bir gün bile yas ilan edilmedi." diyip kendilerini savunuyorlar.

Bizim derdimiz de bu ya zaten: Kimse ölmesin; ne asker, ne polis, ne de gerilla (İşte tam bu noktada ipler kopuyor çünkü onlar gerilla değil terörist). Analar ağlamasın diye söze başlayanlar, iş Kürt analarına gelince bir duraksıyorlar, bir es veriyorlar. Sonra da esip gürlüyorlar: "Kürt değil mi; hepsi aynı?" Tabii bir de şu var: "Her Kürt bir değildir!" Devletçi olan Kürt iyi Kürt; diğeri kaka Kürt. Hatta Kü-Kürt; yak gitsin!

Peki ya, Kürt olarak doğsaydın diyorum? Empati kursana biraz. Bu sefer de benim annem Kürt diyen de çıkıyor, ben Kürt olsaydım ekmek yediğim ülkeye ihanet etmezdim diyen de. Yav he tamam, sen en birincisin, sen en iyi Kürtsün kardeşim. Yılın Kürteni sensin! Ama o insanlara da hak vermiyor değilim. Bütün bir ömrünü devletin, medyanın ve toplumun yönlendirmesiyle, sınırlı kaynaklardan edinebildiği haberlerle ve biçimlendirilmiş tarih anlayışıyla geçirmiş bir insandan empati kurmasını bekleyemezsin.

Benim PKK'li arkadaşlarım da var, asker ve polis arkadaşlarım da. Sosyalist olan arkadaşlarım da var; ülkücü ya da Turancı olan da... Ben her kesimden insanı okumaya çalışan biriyim. Örneğin; polis olan arkadaşım uzun bir süre Doğu'da, dağların ardında görev yaptı. Özel Harekat'tan olduğu için pek çok operasyona katıldı, birçok arkadaşını çatışmada ya da baskında kaybetti. Bu adamın ruh halinden haberiniz var mı? Bu adamın, birkaç sene önceki haliyle şimdiki hali arasındaki farkı görebilecek olanınız var mı? Hiç kimse kolay bir hayat yaşamıyor ve emin olun ki ideolojik tercihlerimiz, etrafımızdan kopuk bir şekilde gerçekleşmiyor. Benim hayata bakışım ise, bana bu adamın yaşadığı travmanın dağa çıkan adamın yaşadığı travmayla aynı olduğunu gösterebilecek kadar tarafsız!

Kalın kafalı adamlara bu bakışın nasıl bir şey olduğunu anlatmaya çalışmaktan bıktım zaten. Bir insanın karşıma geçtiğinde ilk sorduğu şeyin, "Atatürk'ü seviyor musun?" "Müslüman mısın?" "HDP'ye oy verdin mi?" ya da "Sen Türk değil misin?" olmasından bıktım. Yahu, ben illa bir şey olmak zorunda mıyım? İlla bir şeyden taraf olmak, birilerini sevmek ya da birilerinin ayağının tozu olmak zorunda mıyım? Eğer sizin değerlerinizi reddediyorsam bu ülkeden gitmek zorunda mıyım? (Elimde olsa gerçekten giderdim, o ayrı)

Her gün ölüyoruz, görmüyor musunuz? Madenciler maden ocaklarında; işçiler fabrikalarda, inşaatlarda; köylüler katır yollarında; gençler meydanlarda; askerler, polisler dağlarda, eğitimlerde; siviller şehirlerde... Üstelik birileri çıkıp, "Zafiyet var, evet, ama ne istifası canım? O da ne?" diyebiliyor, bir diğeri gülebiliyor, bir diğeri resmen halkın aklıyla taşak geçercesine, "Elimizde canlı bombaların listesi var ama eylem yapmadan tutuklayamıyoruz." diyebiliyor. Bu adamlar, Soma'da madenci yakınlarını tekme tokat dövüyor, Karadeniz'deki köylüleri copluyor, eylemci gençlerin kafasına sıkıyor, faşist saldırılara göz yumuyor ve mafyayla işbirliği yapıp hepimizi katlediyor! Tüm bunlar olurken bu halkın bir kısmı hâlâ bu adamların arkasında duruyor! Çünkü halk eğitimsiz, çünkü halk, okuduğu ve gördüğü her şeyin başımızdaki yobazların denetiminde olduğunun farkında değil! Onların yerinde sen olsaydın, senin oyun da yobazlara giderdi kardeşim!

Sanırım suçu biraz da kendimizde aramalıyız. Bilhassa emek ve demokrasi güçlerinin, kendilerinin çalıp kendilerinin oynuyor oluşu, toplumdaki cehaletin önüne geçilememesinde büyük bir etken. Örneğin, geçtiğimiz sene, İşçi ve Emekçiler Bayramı'nda öğrenci kolektiflerinden bir grup gencin şu sloganı attığına şahit oldum: "Öğrenci kolektifleri ve halk 1 Mayıs'ta el ele." (En azından buna yakın bir şeydi). Hangi kolektif, hangi halk? Zaten her sene solcu ve devrimci grupları 1 Mayıs alanı denilen saçma sapan bir yere sıkıştırıyorlar; orada halk olmuyor ki. Biz halka ulaşamazsak onlar da böyle hükümetlere oy verir tabii!

Peki ya, önerin ne diyecekseniz eğer; sizin için çok iyi bir önerim yok çünkü bunun için yeterli değilim. Ancak bir arkadaşımın çok sevdiğim bir sözü var, en azından onu söyleyebilirim: "Orhan Gencebay dinlemiyorsan, işçiyi anlayamazsın." Yani öyle saç boyamayla, slogan atmayla, toplumdan farklı görünmeyle olmuyor bu işler. Halk diyor ki: Bu bizden değil; marjinal bu. Böyle olunca da kimseye sözünü dinletemiyorsun; işçiye, emekçiye, köylüye ulaşamıyorsun. Kendin çalıp kendin oynuyosun. Sonra her eylemde, "Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!" sloganları atıp, her eylemi kendine başlangıç sayıyorsun. -İyi başladık da devamı nerede?-

Son olarak; artık tüm ülkenin kendini bir silkmesi gerekiyor. Yok altı okmuş, yok dokuz ışıkmış, yok istikrarmış; ne kadar model varsa yıkalım gitsin! Eskinin devrimleri artık bitti; yüz yıl öncenin ya da iki yüz yıl öncenin fikirlerini bırakmadıkça bir yere varamayacağız. Çünkü devrim durağan kalırsa statükoculuktan başka bir halta yaramaz. Devletin işleyişi hantallaşır. Çağın gerekliliklerine göre tazelenmek bir devrimin asıl itici gücüdür. Bırakın Altı Ok'u Mustafa Altıoklar düşünsün. Ayrıca dokuz ışık olayı da bilimsel anlamda tam bir zırva; çünkü bilinen evrende toplam sekiz farklı ışık türü var: Uzun-dalga, radyo ışını, mikrodalga, kızılötesi, görünür ışık, morötesi, x-ışını ve gama ışını (İnanmıyorsan al sana kaynak).

İstediğim tek şey -ve pek çoğunun da istediği tek şey- barış. Artık ne Türk anaları ne de Kürt anaları ağlamasın. Garibanın oğlu dağlarda şehit düşmesin, karakollarda pusuya kalmasın. Gerillalar dağdan insin, insanca ve özgürce yaşasın. Herkes kendi kimliğiyle, kendi dili ve kültürüyle kabul görsün. Kimse ne inancı ne de inançsızlığı yüzünden yargılanmasın. İsteyen başını kapatsın, isteyen kıçını açsın. Hiç kimse cinsel kimliği yüzünden saldırıya uğramasın. Tecavüzcüler ellerini kollarını sallayarak gezemesin. Kadınlar ve çocuklar şiddet görmesin. İşçiler insani ücretlerle çalışsın ve herkesin kendine ayırabileceği genişçe zamanı olsun. Daha fazla kazanmak yerine daha verimli kazanmanın yolları araştırılsın. Üretim biçimi değiştirilsin. Bilim gelişsin, sanat gelişsin, toplumdaki yardımseverlik ve birliktelik duyguları gelişsin. Artık herkes hür olsun; istediği zaman, istediği yerde ve istedikleriyle... Söylesenize, bu isteklerimin hangi birisi kötü?

18 Eylül 2015 Cuma

Bir Paralel Dizi: Kayyip



Aklıma çok orijinal bir dizi senaryosu geldi: Devletini, despotluk ve ağır abilikle idare eden bir cumhurbaşkanı bir gün uçağa biner ve uçağı okyanusun ortasındaki tuhaf bir adaya çakılır -fakat içindekiler kurtulur-. Bu adanın dünyayla bağlantısı yoktur ayrıca iletişim cihazları da çalışmaz.

Okyanusun ortasında bir başına ve insansız gibi duran bu garip adanın aslında kendine has yerlileri vardır. Uçak kazasından sağ çıkanlar, dizinin ilerleyen bölümlerinde bu yerlilerle karşılaşacak ve onlara "the others" yani "ötekiler" diyecektir.

Adada çok garip şeyler olmaktadır: Mesela, siyah bir duman cumhurbaşkanının yakasını bir türlü bırakmaz hem de açık havada! Bu yüzden cumhurbaşkanının adaya hakim olur olmaz yapacağı ilk şey, bu lanet olası siyah dumanı adanın 4/3'ünde yasaklamak olacaktır. Sonra "the others"ı ötekileştirmeye ve adayı kutuplaştırmaya başlayacaktır. Ada, bir süre sonra o kadar kutuplaşacaktır ki manyetik etkiden dolayı bir anda ortadan kaybolup başka bir zaman diliminde ve başka bir yerde belirecektir (Buradan sonraki bölümlerde devreye paralel evrenler girecek). Sonrasında ise, paralel evren içindeki paralel bir adaya düşecek olan cumhurbaşkanı, gıcık olduğu herkese paralel demeye ve içeri attırmaya başlayacaktır.

Dizinin finalinde ise paralelleri birleştiriyorum ve olay bitiyor. Temel felsefesini, saldırgan baskı mekanizmasının kurguladığı ve şekillendirdiği kolektif bilinç kaybından alan bu dizinin adını "kayıp" koyacaktım; fakat biraz daha bizden olsun diye "Kayyip" olarak değiştirdim.


Orijinal metin: Twitter, yemreatasayar, 12 Ağu 2014

6 Eylül 2015 Pazar

Acizlik

Saat on ikiye geliyor. Dakikaların böldüğü bir üzüntüyle sıradanlaşıyor hayatım. Yine ayrılık, yine hüzün ama bu sefer suçlusu benim. İğrenç bir adam olmanın eşiğinden son anda dönerek, gerçekleri bir çırpıda ve en kolay şekilde söylemeye uğraşmış biri olarak benim.

Hayatın gönlümüze kıymık batırdığı bir dünyanın kıyısında yaşıyoruz sanki. Ya biri atıyor bizi o kıyıdan aşağı ya da biz birilerini itekliyoruz. Dünyanın en kahredici düzeni işte böyle ayrılıklarla şekilleniyor. İçimizi korkunç bir sis gibi kaplayan korkunun, hiddetin, aşkın, sevginin, şefkatin; iyi ve kötüye dair içimizde uyanan ne kadar his varsa, günümüzü iyi ve kötü eden ne kadar insan varsa, hepsinin üstesinden gelmeye çalışarak kaçıyoruz yaşamaktan. Yalnız kalma isteğinin dayanılmaz çekiciliğine kapılıp, yalandan ve dolandan arındırılmış gerçekliğin insanı aşağı çeken dalgaları arasında boğuluyor ve yarım kalıyoruz. Öyle ya, yalnız kalmak yarım kalmakla eş değer adeta...

Korkunç bir gerçekliğin ya da en azından gerçeklik sandığımız bir yanılsamanın kıyısına vurmuş olan cansız ruhumuzu harekete geçirmeye uğraşıyoruz. Yalanlarla, arkadan iş çevirmelerle, kendimize ait olmayan bir güzellik anlayışıyla paslandırdığımız; dokunarak, hissetmeyerek ve öyle düşündürerek kirlettiğimiz ruhumuzu beyhude yere palazlandırmaya çalışıyoruz. Bize gerekli olan asıl şeyi görmezden gelerek, sahte bir hayatın fiziksel yükü altında eziliyoruz.

Kötü biri olmadan yaşamaya çalışırken, elimizi ayağımıza dolayıp bocalıyoruz. Üstü kapalı sarf ettiğimiz güzel sözler ait olmadıkları yerlere yerleşmeye çalışırken her şeyi daha da berbat ediyoruz. Bunun için gerçekten ne kadar üzgünüz? Vicdanımız bizi ne kadar süre yakacak? Bu yazı bitene kadar mı? Sonra her şeye eskiden olduğu gibi devam mı?

Doğruyu söylemeye çalışırken bile söyleyemediğim, yanılmamaya ve yanıltmamaya çalışırken yanılttığım ve zamanımızı en güzel şekilde doldurmaya çalışırken boşalttığım için, aciz bir insan olarak üzgünüm...

7 Temmuz 2015 Salı

Gerçekliğin İzdüşümü: Sanal Evren

sanal evren gerçek mi


  Gecenin karanlığında, gökyüzünden göz kırpan sayısız yıldızı seyrediyorum. Öyle sayısız ki; dünyanın tüm sahilleri boyunca uzanan kum tanelerinden bile çok daha fazla. Düşünebiliyor musunuz? Bu, kapkaranlık bir boşluğa rastgele dağıtılmış gibi duran yıldızların akılalmaz sonsuzluğundan başka bir şey değil! Belki de bu yüzden seviyorum gökyüzüne bakmayı.

  Çocukken de böyleydim hep; biraz daha hayalperest sadece... Gökyüzünü delip geçebilecek bir merdiven düşlerdim mesela. Beni yıldızların bile üzerine çıkarabilecek bir merdiven... Bu sayede, koca cüsseli dağların bile ulaşmakta zorluk çektiği o noktaya erişmek isterdim. Uçakların üzerinden geçmek, bulutların arasında gezinmek, aşağıda kalan kuşlarla alay etmek ve en nihayetinde Tanrı'nın oturduğuna inandığım yere gitmek... Bazen, geceleri gökyüzüne baktığımda, benden önce yukarıya varmış olanların dünyanın etrafında dolaşıp yıldızları yerlerinden oynattıklarını düşünürdüm. "İşte bir yıldız kayıyor!" diye haykırıp, "Acaba bu minik yıldızı rahatsız eden de kim?" diye sorardım kendi kendime.

  Sonra biraz daha büyüyüp bilim kurgu romanları okumaya başlayınca, yıldızların dünyanın kubbesine çakılmış minik ışıklar olmadığını anladım. Onlar bizden daha uzaktalardı; dolayısıyla onlara erişmek için uzunca bir merdiven ya da Jack'in sihirli fasülye sırığı yeterli değildi. Uzunca bir süre bilim kurgu romanlarının sayfa aralarında hayal gücümü besleyen hikâyeleri okuduktan sonra, bilim dergilerine merak sardım. Artık hayal gücünün yerini, bilimsel gerçeklikler almıştı. İlk başlarda daha sıkıcı gelmişti, evet, ama daha sonra fark ettim ki uzayın kestirilemez sonsuzluğu baş döndürücüydü. Hayal gücüne güvenen birisi kesinlikle bilim dergileri okumalıydı!

  Lise hayatım boyunca kafamı kaldırmadığım bilim dergilerinin bana kattığı tek şey, bilimin bize sunduğu değerli bilgiler değildi tabii: Hayal gücümün zirvesindeydim adeta. Her bir kelimenin tınısını zihnimde hissedebiliyordum. Cümleler aklımın en akılalmaz noktalarında yankılanırken, kendimi bazen gaz devi Jüpiter'in fırtınalı sessizliği içinde boğulurken bazen de devasa yıldızların aydınlattığı nebulalar arasında gezinirken buluyordum. Uçan daireler, dört kollu uzaylılar ya da Alienler yoktu hayallerimin arasında; her şey tüm çıplaklığıyla bilimsel ve gerçekti. Yalnızca bir keresinde, olay ufkuna çok yakın seyahat ettiğim halde karadeliğin içine düşmeden dünyanın birkaç yüzyıllık geleceğine dönmüştüm. Artık ne ailem ne de arkadaşlarım kalmıştı...

  Üniversite yıllarımda ise çok daha fazlasını yaptım ve teorik fizikten yana kullandım seçim hakkımı. Yıllarımı Kuantum Mekaniği'ni anlamaya ve yeni teoriler geliştirmeye adadım. Sosyal hayatımdan, çevremden, eşimden, dostumdan olmuştum ama yine de hiç şikâyetçi olmadım yaşantımdan. Çünkü içimden bir ses en doğrusunu yaptığımı söylüyordu bana; kimdi, neydi, bilmiyordum fakat inanmak istedim ona.

  Neden sonra bir gün neyi, neden doğru yaptığımı anladım. Bir boşluktu içimde daralan, tıpkı Büyük Patlama'dan belki on milyarlarca yıl sonrasının evreni gibi... Her şey artık netleşmişti gözümde. Teknoloji hızla kendini yenilerken, biz insanoğlu yenileyemez olmuştuk. Sanal sunucuların getirdiği evren işe yaramıştı! Kuantum verilerinin yarattığı dalga, dini ve ilmi inançların kıyılarına çok sert vurmuştu.

  Aslında her şey, Kuantum Fiziği'nin ve Genel Görelilik'in başarıyla harmanlandığı gün başladı. Atom altı dünyanın fizik yasalarıyla atom üstü dünyanın fizik yasaları, aralarında hiçbir çakışma olmadan birleştirilmişti. Zaten teknoloji ve bilimdeki hızlı yükseliş bunu işaret ediyordu. Çok uzunca bir süredir, kendi kendini yönetebilen ve "gerçek zekâ" olarak tanımlanmaya başlanan yapay zekânın durdurulamaz gelişimi, bilim ve teknolojide çok büyük bir sıçrayışa yol açmıştı. Artık kuantum verileriyle işlem yapan bilgisayarlar, saniyede kentrilyonlarca işlemi yapma yeteneğine sahiptiler. Üstelik "kendi kendini geliştirebilme ve tamamlayabilme" modülünün keşfiyle, teknolojik gelişim için artık insanlara pek de fazla gerek kalmamıştı. Bilim adamları evreni anlamak için zaman harcamayı bırakıp, evreni anlayan yapay zekânın verilerini yorumlamaya başlamışlardı.

  Bu sayede atom altı ve atom üstü dünyanın fizik yasalarını, hiçbir açık kalmayacak şekilde formülize edebildiler. Nano teknolojinin de hızla gelişmesi sayesinde, en küçük canlılara bile müdahale edebilme fırsatını yakaladılar. Böylelikle her şeyi kontrol altına almaya başladılar. Mesela, anlık veriler ve kuantum bilgisayarların muhteşem hızlı analizleri sayesinde meteorolojiyi tahmini ölçümlerden sıyırıp, hava durumundaki değişimleri %99,9 doğrulukla ölçmeye başladılar.

  Bir müddet sonra dünyadaki her şey kontrol altındaydı: İstediğimiz yerde yağmur yağdırabiliyor, istediğimiz yerdeki bitki örtüsünü ve tarımsal üretimi şekillendirebiliyorduk. Depremler, heyelanlar ya da tsunamiler insanoğlunun felaketleri olmaktan çıkmıştı -burjuvazinin ve devletin gizli örgütlenmelerinin sahip olduğu ileri teknolojiyle yaratılan doğal afetler hariç-

  Dünyadaki ve galaksimizdeki pek çok noktanın kontrol altına alındığı bu dönemde, geriye yapılması gereken tek bir şey kalmıştı: Tanrı'yı bulmak! Tanrı'nın varlığı artık kanıtlanabilir miydi? Dindarlar ve Evrim Teorisi'nin sıkı destekçileri bu zamana dek hiç bu kadar karşı karşıya gelmemişti. İnsanlar işlerini güçlerini bırakmış, geçmiş zamanların popstar programlarının ya da dünya kupası maçlarının kat be kat üstünde etki yaratan bu tartışmayı izlemeye koyulmuşlardı. Tüm dünyanın gözü, Cern'de kurulan kilometrelerce uzunluktaki "Sanal Evren Oluşturucusu"na çevrilmişti. Kuantum verilerini kullanacak olan bu sistem, milyarlarca yıllık geçmişe sahip olan bu organik evrenin birebir kopyasını, sanal bir ortamda oluşturmaya çalışacaktı.

  Sistem aslında çok basitti: Ultra hiper hızlı kuantum bilgisayarlara, bilinen evrenin tüm fizik yasaları kodlanacak ve Büyük Patlama'dan başlayıp kainatın evrimsel gelişimi seyredilecekti. Kontrolün tümü bilgisayarlarda olacağından, zamanla ilgili bir kaygımız da olmayacaktı: Zamanda istediğimiz kadar geriye ya da ileriye sıçrayabilecektik. Ultra hiper kuantum bilgisayarlar, tüm verileri hızlı bir şekilde ileri sararak bizi geleceğe götürebilirdi!

  Sistem kurulduktan yaklaşık iki hafta sonra, Büyük Patlama'dan günümüze dek geçen süre sanal evrende oluşturulabildi. Bu süre zarfında, alternatif evrenlerin, karadeliklerin, gezegenlerin ve canlıların oluştuğu, evrimleştiği ve medeniyetler kurdukları keşfedildi. İnanılmaz bir şeydi bu! Artık insanoğlunun sanal bir evreni vardı! Bu sanal evren sayesinde çok daha fazla şey öğrenebilirdik. Örneğin: alternatif ya da paralel diye tanımlanan evrenler arasında nasıl geçiş yapabileceğimiz gibi ya da karadeliklerin incelenmesi, solucan deliklerinin açılabilmesi için gerekli enerji miktarının hesaplanması ve burada, gerçek evrenimizde yapamadığımız diğer her şey...

  İşte tam bu noktada, bilim sayesinde yaratılan uçsuz bucaksız "kopya" evrenin getirisi, insanları tam anlamıyla inançsızlığa sürükledi. Çünkü insanoğlunun oluşturduğu sanal evren, bizim "gerçek" olarak tanımladığımız evrenin aynısıydı. Üstelik, kısa bir sürede geliştirilen bir başka teknoloji sayesinde, dileyen kişiler sanal evrende bulunan dünyalara yolculuk edip "sanal gerçekliği" tecrübe etme şansını yakaladılar. Sanal evreni tecrübe edenlerden birisi olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki; aradaki farkı kesinlikle anlayamadım. Hatta birkaç gün yaşadığım bu sanal alemde, üst benliğimi neredeyse tamamen yitirip, yeni hayatımı benimsedim. Beni çekip çıkardıklarında uzun bir süre kendime gelemediğimi anımsıyorum. Aklımın bana oynadığı oyunları ve yaşadığım iki farklı hayatın anılarını birbirine karıştırışımı ise hiçbir zaman unutamayacağım.

  Eğer "sanal evreni" gerçekmişçesine tecrübe edebiliyorsak, orada bir hayat kurup çocuk sahibi bile olabiliyorsak, şu an içinde bulunduğumuz evrenin sanal olmadığını kim söyleyebilir? Ben gittim ve döndüm. Gittiğim yerde de insanlar vardı; üstelik benden ya da sizden hiçbir farkı olmayan insanlar... Onlar da medeniyet kurmuşlardı ve teknoloji üretebiliyorlardı. Onların dünyasında da sonbaharı gören yapraklar dallarından ayrılıyor, kuşlar yavrularına yiyecek getiriyor, bulutlar bir araya toplaşıp kıyameti koparırcasına göğü inletiyorlardı. Sanal gerçekliğin acımasızca öğrettiği bir şeydi işte bu! Aslında gerçek olan hiçbir şey yok! Ölümden sonra bir yaşam yok! Halkların devirdiği acımasız diktatörler intihar edip öldüklerinde onları yargılayacak bir kutsal mahkeme yok!

  Sanal evreni tecrübe eden insanlar, adeta akıl tutulması yaşıyordu. Hatta çoğu psikolojik destek almaya başladı ve bir kısmı intihar girişiminde bulundu. Herkes yaşadığı sanal hayatı sorgularken bilim adamları farklı bir şeyi sorgulamaya başlamıştı: Eğer biz sanal bir evrende yaşıyorsak bunu öğrenebilmenin bir yolu var mıydı? Derhal uluslararası bir toplantı düzenleyip bunu araştırmanın bir yolunu bulmaya çalıştılar. Sanal evrendeki zamanı ileriye alıp oradaki teknolojik gelişmeleri ve evrenin sınırlarını zorlayacak beyinleri keşfetmek için uğraştılar ancak nafile... Bilinen fizik yasalarıyla oluşturulmuş evrenin sınırını yine bu yasalar belirliyordu. Dolayısıyla sınırlı fizik kanunlarının evrimleştirdiği hiçbir canlı, bu yasaları aşabilecek bir teknolojiye ya da evrimsel gelişime ulaşamıyordu.

  Aynı şey bizim için de geçerliydi. Sınırları, belki de birileri tarafından çizilmiş olan bu üç boyutlu sanal evrende sıkışıp kalmıştık. Gerçeğin ne olduğunu asla kavrayamayacak ve bir üst boyutta, bizi her zaman kontrol eden akıllı canlıların sanal oyuncakları olmaya devam edecektik. Belki de sonsuz sanal evren içindeki bir başka sanal evrenin parçası olan bizler, Tanrı'nın varlığını ya da yokluğunu hiçbir zaman bilemeyecektik. Sonsuz tane daha soru soracak ve cevapları asla bulamayacaktık. O halde şu söze katılmamak elde mi: Cehalet mutluluktur!

15 Haziran 2015 Pazartesi

Kusurlar

kusurlar


  Kusurlar, ete kemiğe bürünmeden önce yazılmıştır insanın doğasına. Biz her ne kadar kusurlu olmak istemesek bile, tabiatın en temel unsurudur “kusurlar”.

  Kusurlu bir varlıktır insan. Devenin boynundaki eğriliği, o çok önemsiz, küçücük hayatı boyunca sorgularken, kendi noksanlarını göremez olur çoğu zaman. Gördüğünde ise, en pahalı elbiselerle, en kalıcı makyajlarla ve en göz alıcı “Mercedeslerle” örtmek ister kusurlarını fakat en büyük kusurunu örtmesi için var olan ağzını kapatmasını bir türlü öğrenemez vesselam.

  Kusurları öğrenmeyi sever insan. Kendi kusurlarını unutturmak için başkalarına, başkalarının noksanlarıyla uğraşıp durur o zavallı yaşamı sırasında. O kadar uğraşır ki bazen, insanlar başkalarının noksanlarından sıkılıp onunkilerle uğraşmaya başlar. Kendi kuyusunu böyle kazar “kusurlu insan”.

  Kusurlarından memnun olmaz insan. Herkesin kusurlu olduğunu bilir ama kendisine yakıştıramaz kusurlu olmayı. Bu yüzden kendi gibi değildir çoğu zaman; farklı farklı kişiliklere bürünüp durur. Nabza göre şerbet verdiğini, insanların suyuna gittiğini iddia eder ama yaptığı tek şey "kendisi" dışında herkes olmak ya da herkes olmaya çalışıp hiçbir şey olamamaktır aslında.

  Kusurlu yaradılışını inkâr eder insan; imkân bulduğu her an vazgeçer doğasından. Parfümeri dükkânına çevirdiği bedenini yalıtırken tabiattan, artık kendi kokusunu taşıyamaz olur üzerinde. Üstelik kendisine ait bir şey kalmadığı halde “iz” bıraktığını düşünmeye başlar.

  Kusurlu olduğu için güzeldir insan; çünkü kusurlar farklılıkları doğurur. Eğer kusursuz olsaydık sıradan bir tekilliğin içinde kendimiz gibi insanlarla yaşıyor olurduk.

13 Nisan 2015 Pazartesi

Yarım Bir Hikâye Dedi Yazar

  Bir yazar vardı, adı bende saklı, bundan birkaç ay önce tam da bugün başlamıştı hikâyesini yazmaya. Bir kadını anlatıyordu hikâye... Ama öyle tutkulu bir sevdanın ya da gecelik bir arzunun nesnesi olan kadını değil. Bir denge vardı ipin ucunda sallanan, her duyguya değen, ağlatan ve güldüren bir denge.

  Bir kadını anlatıyordu yazar, ellerini göğe uzatmaya korkan bir kadını. Büyük bir kibirle, gücünü gösterircesine tepeden bakıp bulutların ardından fışkırırcasına sarkan semaya karşı dik durmaya çalışan bir kadındı bu. Fırtına kopmazken dizleri bükülmezdi ama rüzgâr biraz sert estiğinde gür bir çınar arar, yağmur yağdığında dev bir korunak bulmaya uğraşırdı vesselam.

  Bir kadını anlatıyordu yazar, öncelikle hayranlık beslediği bir kadını. Kusur kabul ettiklerini tek tek silerken sayfalardan daha da cesur oluyor ve kendini, gecenin sessiz karanlığından kurtaracak olan güneşin doğacağına inandırıyordu. Çünkü aydınlıkta yazmak istiyordu yazar. Aydınlık indiğinde yeryüzüne, kadının içini görebileceğine ve onu şekillendirebileceğine güveniyordu.

  Bir kadını anlatıyordu yazar. Öncelikle kendisine hayranlık besleyen bir kadını. Onu elde etmek için çabalarken delice, insanda akıl bırakmayan duyguların esiri olmadan çıkmaya çalışıyordu işin içinden. Ama ne mümkündü kontrolü kaybetmemek böyle hissederken?

  Kendini kaptırmayı anlatıyordu yazar. Elinden düşürmediği kalemini yanlışlıkla bağrına saplayıp uyanınca uzun soluklu bir rüyadan, işte o zaman fark etti kalemini iyi kavrayamadığını. Dövünmeye başladı yazar, beynini kemiren bir yazının kurbanı olduğunu fark ettiğinde hikâyesini değiştirmeye uğraştı. Biraz geriye doğru dönüp silerim diye düşündü, silerim ve en güzel şekilde tekrar yazarım.

  Beyhude uğraştı yazar. Çalakalem geçtiği satırları ne kadar silerse silsin, kalem izlerinin kaybolmadıklarını anladı. Sonra biraz durdu yazar, biraz soluklandı. Tamamlayamadığı başka hikâyelerini ve kahramanı olduğu hikâyelerin yarım kalmış yazarlarını getirdi aklına. İçinden kopan parçaları sarmaya çalıştı, bir intikam gibi saplanan acıları ise koparmaya...

  Hikâyesini yine de tamamlamak istedi yazar. Ama son noktayı koymayı tam anlamıyla beceremedi ve elinden kayıp giden bir hikâyenin ucunu açık bıraktı. Nasıl olsa bir gün kalemimi tekrar dik tutacağım diyerek yalnızca son noktayı koyacağı günü beklemeye başladı.

  Bir sevdayı anlattı yazar. Ama öyle tutkulu bir sevda değil. Bazen kalbini saran, bazen yolunda duran bir sevda... Ama öyle tutkulu bir sevda değil... Zaten tutkulu bir sevda nedir, bilmiyordu yazar.

25 Mart 2015 Çarşamba

Belirsizlik



İki artı ikinin dört ettiği kesinlikler dünyasının çok uzağında yaşıyoruz evelallah, başımıza her iş gelir. Bazen bir işin ucundan tutarsınız da ip elinizden kaçıverir. Eğersiniz, bükersiniz, iyice tartıp biçersiniz ama hayat, Murphy Yasalarını daha çok tercih eder temel fizik yasalarına. Sırtınıza taktığınız kanatlarla yerçekimine karşı gelebilirsiniz ama tercihlerinizin kötü sonuçlarına karşı gelemezsiniz. İşte bu hayatın en temel yasasıdır.

Bazen sırt üstü uzanıp, göğe çakılmış gibi duran binlerce yıldızı seyre dalmak istersiniz. Öyle bir seyirdir ki bu, bazen milyarlarca yıl sürmüş gibi gelir. Anlayamazsınız, anlayamadığınız için de anlatamazsınız. İnsanlar öylece size bağırıp ağızlarından fışkıran salyalarını omuzlarınıza ve yüzünüze doğru silkerler. Sizin ise onlara vereceğiniz bir cevabınız yoktur, öylece donakalırsınız.

Hatıraların getirdiği yükü omuzlayamaz, belinizi kırıp yolunuza devam etmeye çalışırsınız. “Atlas, koca dünyayı taşıyorsa…” diye başlarsınız düşünmeye, “…ama belki de dünyayı taşımak, acı günlerin izlerini taşımaktan daha kolaydır…” diye devam edersiniz. Notre Dame’ı ve onun acı gülümseyişini hatırınıza getirirsiniz. Bir insanın beli neden bu kadar bükülür sorusunun cevabını bulursunuz belki de…

Banyoda sabuna basmışsınız gibi çakılıverirsiniz yere bazen. Dönüp dolaşıp aynı sorunlarla meşgul edersiniz beyninizi. “Çorbanın tuzu mu eksik?” diye sorarsınız ama çorbanın tuzu değil, ağzınızın tadı eksiktir aslında. Gerçeklerle yüzleşmek afiyet mi bırakır insanda?

Bazen “kararlar” almak zorunda kalırsınız fakat aslında “kararlarlar”dır onlar. Bilmezsiniz ki çoğu karar değil zarardır bunun. Ne kadar çoğuna kalkışırsanız o kadar çabuk toslarsınız duvara çünkü mühim olan fazla sayıda karar almak değil; tek bir kararı, her olasılığı göz önünde bulundurarak almaktır.

Bir de karar alamamak vardır; her şeyden kötüsü. En kötüsüdür çünkü bir kararın iyi ya da kötü sonuçlanma ihtimali vardır, kararsızlık ise baştan aşağı kötüdür. Ateşe atılmışsınız gibi hissettirir, “O kararı en başında alacaktım.” dedirtir. Yıllar pişmanlık üzerine pişmanlık istiflerken, gün be gün yaşlanan beden ise kararsızlığın bedelini kaldıramaz olur.

Küfürler savurursunuz boşluğa, kararsızlık bedeninizi ele geçirirken. Belirsizlik midir yoksa kararsızlık mı sizi mahveden? Boşluk bir belirsizlik, belirsizlik ise bir kararsızlık… Bir çıkış bulmak için ilerlemeye çalışırsınız ve boşlukta ilerleyemeyeceğinizi fark edersiniz. Yere çakılmayı dilersiniz o an, “En azından ayaklarım yere bassın.” dersiniz. Dipte yaşamak boşlukta yaşamaktan yeğdir, bunu anlarsınız. O an bir karara varmış olarak çakılırsınız yere…

Belirsizlikler silinir aklınızdan, artık her şey yerli yerindedir. Yavaş yavaş, emekleye emekleye devam edersiniz mücadelenize. Her şeye baştan başlamak zorundasınızdır belki ama en azından bir şeylere başlayabilirsiniz…

19 Mart 2015 Perşembe

Bir Gecenin Başında Arzu

Orhan Veli Kanık, Eskiler Alıyorum

Vurgun gözümün halkalarında
Güler gibi fecr oldu nümayan
Musiki gibi sonsuz, ta Kalamıştan
Kalamış ki Türkiye'ye hayran
Gün battı yazık arkalarında!

Eskiler alıyor altın kulelerden kuşlar
Alıp dalıyorlar tümseklerden gökyüzüne
Kuşlar mıdır ki onlar her akşam
Ruhumuza musiki üfler?

Akşam, yine akşam, yine akşam
Bir sırra kadirdir suya katsam;
Akşam, yine akşam, yine akşam,
Göllerde kamış, rakı şişesinde balık olsam!

4 Mart 2015 Çarşamba

Hoş Geldin Benliğim, Makineye Hoş Geldin!

This illustration by wolfepaw/deviantart


  + Merhaba benliğim, makineye hoş geldin. Burası senin aslında olduğun yer.  Bembeyaz, aydınlık kıyafetlerinin içinde ve beyaz, süssüz ve kibirden uzak olduğu için homurdanmadan seni omuzlarında taşıyan sandalyenin üzerindesin. Karşında duran ekranda ise burnu havada dünyanın esip gürleyen burun akıntılarını çekip çeviren bir evren var. Oradaki herkes gibi, sıradan ve acımasızca yaşadığın hayatının kalıntıları içinde çabalıyorsun. Kumanda kolunu bir kez olsun elinden bırakmadın. Gözlerini, aksa da ağrısa da kanlansa da o ekrandan çevirmedin. İnsanların birbirini sorgusuz sualsiz harcadıkları dünyadan başını kaldırmadın. Gerçek olduğunu kabul edip oyuna devam ettin. Şimdi ise sana mükemmel bir fırsat veriyorum. Oyundan çık ve bizimle aşağı gel.

  - Aşağı neresi? Orada ne var? Bu bir rüya olmalı ya da bilinçaltımın bir oyunu. Çektiğim acılardan uzaklaşmaya çalışan benliğimin tökezleyip düştüğü ve kendini açık ettiği bir oyun.

  + Ben senin benliğin değilim. Sen benim benliğimsin. Ben seni gerçekliğe çekmeye çalışırken, sen gerçekliğin yansıması bile sayılamayacak üç boyutlu bir dünyada kalmanın peşindesin. Orada gördüklerin, hissettiklerin ya da tattıkların senin bilincini köreltiyor. O hayal âlemini bir gerçekliğe çevirip zamanın sıkıcı varlığını hissediyorsun. Ben ise sana gerçekleri sunmanın imkânsız olasılıkları peşinde dolanıp duruyorum. Aşağıya gel, kafanı kaldır ve gözlerini aç artık. Yaşadıklarının gerçek olmadığını kabul et.

  - Yaşadıklarım mı? Yaşadıklarım hakkında ne biliyorsun ki? Benim çektiğim sıkıntıları gerçekten nereden bilebilirsin ki? Onları en fazla görebilirsin. Ben senin hissinim, sen ise hayatı alaya alan bir dalkavuksun!

  + Beni bağışla, yanlış anlaşılmalara sebebiyet verdim. Yaşadığın sıkıntıları hafife almıyorum. Sen benim benliğimsin, aslında bu sıkıntıları ben yaşıyorum. Seni bu kontrol mekanizmasının dışına çekip yalanların, aldatmacanın ve kibrin olmadığı bir dünyaya çevirmeye çalışıyorum. Ben senim, sen ise bensin.

  - Hayır, sen yalnızca beni bir hayal âlemine sokup oyalamaya çalışıyorsun. Yaşadığım hiçbir şey yalan değildi ve her biri de senin hiç olamayacağın kadar gerçekti. Bu palavraları asla yutmam, beni gerçeklerden çevirip almanı asla kabullenmem. Bir yalanın içinde yüzbinlerce yıl yaşayacağıma varlığın gerçekliğinde bir saat yaşarım!

  + Bak, anlamakta zorlandığını biliyorum. Bu çok akıl almaz geliyor fakat gerçek şu ki altımızda yalnızca uyanan insanlar var. Hayatlarını boşa yaşadıklarını gören ve buna dur diyen insanlar! Haydi, biz de onlara katılalım, vahdet-i vücuda erelim. Tek olalım ve bizi çevreleyen bu fiskoslu yalanları yerle bir edelim. Aşağıdaki insanların hepsi gerçeklerin farkına varmış ve yalan makinesinin süslü gösterişine aldanmadan hakikate ermiş insanlar. Emin olabilirsin ki onların hiçbiri kibirli değildir, asla yalan söylemezler, dostlarının arkasından konuşmazlar ve seni asla kullanmazlar. Ne mutlu aydınlanmış insanlara!

  - Hayır, lanetler olsun sana! Beni ikiyüzlü laflarınla kandırmaya ve gerçeklerden saptırmaya çalışıyorsun! Asıl sahtekâr sensin! Sana inanmayacağım, beni komaya sokamayacaksın!

  + Hayır, lütfen dinle. Bu bizim son şansımız, anlamıyorsun, başka yolu yok! Ekranda gördüğün insanların hiçbirisi senin akraban değil, dostun değil, kardeşin değil, eşin ya da çocuğun hiç değil! Onlar, imitasyon yaşamının derin kuyusundan kafanı kaldırmayasın diye uydurulmuş yalanlar sadece. Gerçekle tek bağlantın ise benim, yani aslında sen. Ben madalyonun diğer yüzüyüm, bizi esaretten kurtaracak şey ise senin iraden!

  - Karnıma ağrılar giriyor, neler oluyor böyle? Bu matah istasyondan çıkış nerede? Garın görevlisi herkes binsin diye bağırıyor!

  + Hayır, sakın bir yere gitme. Bu, çektiğin son acı olacak. Fakat eğer bu acıya dayanamayıp geri dönersen, daha fazlası, üstelik yalan yere canını yakmaya devam edecek. Sakın geri dönme, sakın!

  - Kan kusuyorum, kan kusuyorum! Bedenim beni makineye geri çağırıyor! Makineye! İşte, bu! Ben bir makinenin içinden geliyorum; patronun ben olduğu ve zarar görmeden her istediğimi yaptırabildiğim bir makinenin içinden! Yaşadığım bir hayat var, yakışıklı bedenimin içinden izliyorum hayatı! Ya da belki de… Belki de bir bok çukurunda ölmeye yakın yaşıyorum. Belki küçük bir kız çocuğuyum kaçırılan, belki de efendisinin kırbacını yediği halde kılıcını çekmeyen bir aptal! Ben, ben neyim? Kan kusuyorum!

  + Her şey geçecek ve gözlerini açacaksın. Merak etme, ben yanındayım, aynı acıları her gün çekerek üstelik. Acını hissedebiliyorum.

  - Karnıma milyonlarca parça zımbalanıyormuş gibi hissediyorum, dayanamayacağım. Sanırım beni öldürüyorlar, beni çağıran kırık kanatlı ölümle savaşamıyorum! Beni öldürüyorlar, beni öldürüyorlar!

  + Merak etme, acıların önce hafifleyecek; artık bir şey hissetmez olacaksın. Sonrasında ise gerçek evrenin tarif edilemez tadına varacaksın. Hiçbir şeyi dert etmene gerek kalmayacak. Dayan, az kaldı!


  - …