16 Nisan 2016 Cumartesi

Tanrının Kaşığı

tanrı gibi hissetmek, tanrı olmaya çalışmak


Gecenin bir yarısı, müzik çalarımın gürültülü sesi ve kafamda milyon tane tilkiyle eve geldim. Kaldırım taşlarının biçimsiz düzenliliği ve vitrin mankenleriyle kurgulanmış sahte dünyanın yarattığı korku dolu evrenin sonuna varmış olmanın rahatlığıyla, dibine kadar kazınmış midemi yatıştırmak ve kan şekerimin beni neredeyse nakavt edecek seviyedeki düşüklüğünü gidermek için buzdolabını açtım. Bir önceki akşamdan kalma vanilyalı ve Antep fıstıklı dondurma dışında, ilgimi çekebilecek hiçbir şey bulamadım.

Kutuyu açtıktan ve kaşığımı aldıktan sonra dondurmayı ucundan kazıyarak yemeye başladım. Kaşığımın ucuyla şekillendirdiğim dondurmanın bir insan yüzünü andırdığını fark ettim ve ağız kısmını kocaman bırakıp, hemen üstüne küçük göz yuvaları oydum. Tüm dehşetiyle solgun bir insanı andıran o yeşil dondurmayı biraz daha şekillendirdikten sonra, kaşığımı hemen ağız kısmının altından -sol gözüne teğet geçecek biçimde- daldırarak, sanki bir hastalıktan yeşile dönmüş gibi duran solgun yüzü kestim. 'Tanrı' gibi hissetmenin getirdiği 'sınırsız güç' duygusuna kapılıp vanilyalı kısmını da insan suretine çevirdim ve dondurmadan adamın bütün kaderini avucumun içine aldım.

Neden sonra bir gün önce okuduğum ve yıllarca polis muhabirliği yapmış olan Sevinç Yavuz'un yazdığı 'Türk Seri Katiller' adlı kitap için verdiği ropörtajdan bir bölüm geldi aklıma... Seri katillerin yaşadığı psikolojiyi gözler önüne seren şu cümle beni daha büyük bir tartışmanın içine attı: "Motivasyonları Tanrı’yı oynamak. Kimin yaşayıp kimin öleceğine karar vermenin hazzını yaşamak. İşte o çalışmalar (ceseti slikonla doldurmak ya da göze çivi çakmak gibi) da hazzı uzatmak, cesetle daha çok vakit geçirebilmek için yapılan şeyler." Yani sizin anlayacağınız, bir dizi psikolojik bozukluğun neticesinde seri katile dönüşen bu zevatlar adeta tanrı rolüne bürünüyorlarmış.

Tam bu noktada, aslında hiçbirimizin temelde bu sosyopat seri katillerden bir farkımızın olmadığı kanaatine vardım. Her ne kadar "normal" davranışlara sahip insanlar olarak canlılara zarar vermek suretiyle kendimizi tanrı rolüne bürüyor olmasak da başka türlü davranış biçimleriyle, aslında binlerce yıldır benzer şeyleri yapıyoruz. Çocukluk ve gençlik yıllarımızda bilgisayar oyunları ve oyuncaklarla oynuyor ve isim taktığımız, duygusal bağ kurduğumuz karakterlere çeşitli misyonlar yüklüyoruz. Onlara düşmanlar yaratıyor, onları çeşitli durumlara sokuyor ve kaderlerini belirleyerek adeta 'tanrıyı' oynuyoruz. Belki sanatı da bu yüzden seviyoruz. Heykeltraş oluyor, biçimsiz objelere 'dondurulmuş' hayatlar veriyoruz. Karikatürist veya senaryo yazarı oluyor, binlerce insanın merakla takip ettiği karakterlerin yaratıcıları olarak saman kağıdı arasına sıkışmış hayatların gidişatını belirliyoruz. Çünkü 'yaratıcıyız' ve bu nitelik bize Tanrı'nın üfürüğünden geliyor!

Bunlara benzer örneklerle yaratıcılığı ve 'yaratıcı olmaya' olan merakı hayatın her alanında bulmak mümkün diye düşünüyorum. Zaten herkesin içinde böyle bir duygu olmasaydı, hayal gücümüzün ürünleri olan ve adeta bize hizmet etmesi için yapılmış döşemeli koltuklarda oturmak yerine sıradan minderlerin üzerinde oturuyor olurduk! Para ve güç kazanma hırsımız olmaz, toplumu, siyaseti ve dünya kaynaklarını yönlendirmek gibi işlere girişmezdik. Kendi doğal koşullarında oluşan ve kendi yolunu çizen akarsulara müdahale etmez, onları barajlar ardında bırakmazdık.

Bizler, yani insanoğlu, yaratıcı rolünü üstlenmeye meraklıyız. Bu, insanlık tarihinin başlangıcından beri böyle. Kendi tanrılarını bile kendisi yaratan bir türden söz ediyorum! Kendi mitoslarını yazan, kendi putlarını (tanrılarını) kendileri yapan bir türden... Yani aslında biz, tanrısını bile kendisi yaparak, yaratma gücünü eline almaya çalışan, benmerkezci, hayalperest ve bencil bir canlı türüyüz. İtirazı olan?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder