Kusurlar, ete kemiğe bürünmeden önce yazılmıştır insanın doğasına. Biz
her ne kadar kusurlu olmak istemesek bile, tabiatın en temel unsurudur “kusurlar”.
Kusurlu bir varlıktır insan. Devenin boynundaki eğriliği, o
çok önemsiz, küçücük hayatı boyunca sorgularken, kendi noksanlarını göremez
olur çoğu zaman. Gördüğünde ise, en pahalı elbiselerle, en kalıcı makyajlarla
ve en göz alıcı “Mercedeslerle” örtmek ister kusurlarını fakat en büyük
kusurunu örtmesi için var olan ağzını kapatmasını bir türlü öğrenemez vesselam.
Kusurları öğrenmeyi sever insan. Kendi kusurlarını
unutturmak için başkalarına, başkalarının noksanlarıyla uğraşıp durur o zavallı
yaşamı sırasında. O kadar uğraşır ki bazen, insanlar başkalarının noksanlarından
sıkılıp onunkilerle uğraşmaya başlar. Kendi kuyusunu böyle kazar “kusurlu insan”.
Kusurlarından memnun olmaz insan. Herkesin kusurlu olduğunu
bilir ama kendisine yakıştıramaz kusurlu olmayı. Bu yüzden kendi gibi değildir
çoğu zaman; farklı farklı kişiliklere bürünüp durur. Nabza göre şerbet verdiğini, insanların suyuna gittiğini iddia eder ama yaptığı tek şey "kendisi" dışında herkes olmak ya da herkes olmaya çalışıp hiçbir şey olamamaktır aslında.
Kusurlu yaradılışını inkâr eder insan; imkân bulduğu her an
vazgeçer doğasından. Parfümeri dükkânına çevirdiği bedenini yalıtırken tabiattan,
artık kendi kokusunu taşıyamaz olur üzerinde. Üstelik kendisine ait bir şey kalmadığı
halde “iz” bıraktığını düşünmeye başlar.
Kusurlu olduğu için güzeldir insan; çünkü kusurlar farklılıkları doğurur. Eğer kusursuz olsaydık sıradan bir tekilliğin içinde kendimiz gibi insanlarla yaşıyor olurduk.