28 Aralık 2021 Salı

Kısıtlılığı Kavramak


Yaşamı ve yaşamaya dair olguları her düşündüğümde, kendimi milyarlarca olasılığın içinde, çok kısıtlı bir zamanda, çok kısıtlı mekanlarda ve çok kısıtlı insanlarla sıkışmış olarak bulmaktan bıkar usanırım. Bu kısıtlılık hali, gerek düşünsel hayatımızda gerekse duygusal ilişkilerimizde bir türlü ileriye gidemediğimiz, düzenli olarak başa saran ve olaylardan ders çıkarmış olsak bile içinden çıkamadığımız mini döngüler yaratıp durur. Aradığımız kırılmaları yaşama fırsatına haiz olmadığımız ve her an tekrar eden bu "çevrimler" bizi başladığımız yere geri döndürür ve kavrayışımızdaki zorluğu her defasında yüzümüze çarpar.

Sadece bizden ve etrafımızdaki birkaç on kişiden oluşan küçücük hayatlarımıza sirayet ederek her an baştan almak zorunda kaldığımız bu mini döngüleri daha büyük çapta incelediğimizde ise, on binlerce yıllık kültürel ve sosyal mirasın, yüz binlerce yıllık fiziksel ve duygusal dönüşümün insanlığın üzerinde kayda değer bir değişim yaratamadığına ilişkin bir kanıya varırız. Göbeklitepe'de ilk dini mabetleri kuran insanlar ile milenyum çağında ilk dijital mabetleri kuran insanlar arasında neredeyse hiçbir konuda farklılık olmadığını bilmek, bu bahsettiğim döngünün yalnızca bireysel değil aynı zamanda toplumsal ve zamansal olduğunu da açıkça gösteriyor. Bu noktada, "Her konuda, en azından gelişmiş toplumlardan gördüğümüz kadarıyla çağ atlamış durumdayız" gibi bir karşı koyuşla gelebilirsiniz ancak şunu belirtmekte fayda var: Bu cümleleri kurmama sebep olan tek şey kişisel düşüncelerim veya gözlemlerim değil; aksine okuduğum veya izlediğim, her alandan uzmanın (tarihçi, antropolog, sosyolog, evrimbilimci vb.) üzerinde ortaklaştığı bilimsel çıktılar. Elbette, kısıtlı aklım ve yorumlama yeteneğimle takip ettiğim ve yine yukarıdaki sebeplerle kendi kısıtlılıklarına sıkışmış bulunan bilim insanlarının sistematik yorumlarına dayanan bu düşünce yapısı, doğası gereği dar bir alanda izole kalarak gerçek manada hiçbir şeyi açıklamıyor olabilir. Bunu sahiden bilmemin hiçbir yolu yok ve bildiğimi iddia edersem yalnızca ironi yapmış sayılırım.

Yine kafa karıştırıcı ve sıkıcı cümleler kurmaya başladığımın farkındayım ancak yaşadığım olayları ve karmakarışık hissiyatımı gizli saklı açıklamanın başka bir yolu olmadığını belirtmek isterim. Ayrıca, yazının bu noktadan sonra yalnızca buraya kadar varma sabrını gösterebilmiş birkaç kişiye erişeceğini bilmenin verdiği rahatlıkla; mevcut durumu ve duygularımı biraz daha açabileceğimi düşünüyorum. O halde başlayalım...

Bazı zamanlar, özellikle de bazı keyif verici türden şeylerin etkisi altındayken, özgürce yaşayamadığım ve içimde kalan bazı şeylerin hayalini kurar dururum. Bu hayal kurma durumu, yalnız ve uyanık kalabildiğim süre ölçüsünde tatmin duyguları oluşturup kendi kendisini sönümler. "Etki" altındayken ve hayal kuruyorken aldığım tüm kararlar ise ayıldığım dakika itibariyle beynimin mantıksal süzgecine takılıp çöpe gider. En azından aldığım kararları uygulama noktasında ayılacağım anı bekleyebiliyor olmam kıymeti bilinmesi gereken bir alışkanlık diyebilirim...

Hayal kurmak elbette insan olmanın sağladığı en önemli avantajlardan birisi hiç kuşkusuz; ancak şunu da unutmamak gerek ki çok fazla hayal kurmak, yani hayalperestlik, insanın kendi yapay dünyası içerisinde "güvenli bir şekilde" tatmin olmasını sağlayarak harekete geçmesine engel olabiliyor. Aynı zamanda bu hayalperest ruh hali, içinden çıkılamaz bir hal alan ve onarılamaz ölçüde sarsıntılar yaratan hezeyanlara da dönüşebiliyor. İşte kimi zaman, çoğumuzun bir ilişkinin bitiminde yaşadığı öfke nöbetleri, ne yapacağını bilememe durumu, reddedilmişlik ve haksızlığa uğramışlık hissi, hayalperestliğin "karanlık tarafıyla" birleşerek hayatlarımızın bir bölümünü çöpe atmamıza neden oluyor. Tam bu noktada kısıtlılık -veya kısıtlı bir evrende kalma durumu- elimizde olmayan olayların gelişimi neticesinde bizlerin daha da dar kalıplara sıkışmasına sebebiyet veriyor.

Peki bu kısıtlılık kavramına biraz daha sosyo-kültürel ve biyolojik açıdan bakmak, olguları ele alış biçimimizi değiştirmemizi, hayatımızdaki kırılma anlarında daha akl-ı selim kararlar almamızı sağlayabilir mi? Denemekten bir zarar gelmeyeceğine göre birkaç küçük örnekle kısıtlılık kavramının "kısıtlı" ve dar anlamını belki de aşabiliriz. İnsan, anne karnından çıkıp hayata gözlerini ilk kez açtığı andan itibaren geri dönülemez şekilde değişir. İlk kez gördüğü dünya içinde, büyüyüp serpildiği her bir an yeni deneyimlerle donanır ve yaşamın ne olduğuna ilişkin çeşitli fikirler edinmeye başlar. Bir çocuğun hayatındaki en büyük kırılma anları belki de bu deneyimler sonucunda elde ettiği "istediği her şeye ulaşamama" durumudur. Öyle ki insan zaten kısıtlı bir beden içerisinde, yalnızca iki el, iki ayak, iki göz ve birkaç sınırlı uzuvla doğmuştur. Kendisini doğadan, annesinden, babasından, kardeşlerinden veya eşyalardan ayıran bu keskin sınırlar onun ilk kısıtını oluşturur. Bu kısıtlı beden kısıtlı duyulara yol açar ve bu duyular ise kısıtlı bir zeka tarafından işlenerek her şeyin kavranabilmesini zorlaştıran bir yapıda olduğumuz hissini verir. Çocuk, etrafındaki hiçbir şeyi dilediğince kontrol edemediğini algılayabildiği vakit şoka uğrar ve hayattan ilk darbesini yer (En basit örneğiyle; bir çocuğun memeden zorla kesildiği an ile o memenin ağlasa da zırlasa da bir daha geri gelmeyeceğini kabul ettiği ana kadar geçen süreçte yaşadıkları, çocukluk döneminin ilk travmalarını oluşturur).

Kısıtlı bir bedende ve kısıtlı bir zihin yapısıyla dünyaya gelen insan, doğadaki diğer canlılara karşı son derece dezavantajlı sayılır. Ne aslanlar gibi sağlam pençeleri vardır, ne kartallar kadar keskin gözleri ne de yaban domuzlarınınki gibi kalın bir derisi... Bu kısıtlılık bilinci, insanın evriminde zekanın gelişimi açısından oldukça etkili olmuştur elbette ancak bu sefer de zekanın gelişiminde yaşanan kısıtlılık, insanın evreni, olayları ve olguları bir bütün halinde görememesine neden olmuştur. Boş zamanlarında gökyüzüne bakan, ağaçları inceleyen, dağları izleyen, hayvanları gözlemleyen insan, olguları bütünsel olarak görebilme yeteneği olmadığı için her şeyi tek tek incelemiş ve tek tek elde ettiği tüm veriyi hayal gücü sayesinde daha üst bir akla atfederek zihninde birleştirmiştir. İnsan, yaratanı bu sayede yaratmıştır.

Kısıtlılık, evrensel bir yasadır. Evrenin para birimi enerjidir ve enerji, evrenin iş yaptırabilme gücüdür. Güneş dünyaya ışık verir, bitkiler karbondioksit ve güneş ışığını şekere dönüştürür ve böylece beslenirler. Bu bitkileri tüketen başka canlılar ve o canlıları tüketen başka canlılar oluşur... Hayat böylece akıp giderken en fazla birkaç milyar yıl sürebilecek olan bu döngü yıldızın kendi içine çökmesiyle son bulur. Yıldızın ışığı sönerken, etrafına yaydığı kalıntı enerji artık bir işe yaramamaktadır ve evren git gide soğumaya başlayarak nihayetinde karanlığa gömülür. En başta enerjinin kısıtlı oluşu, yalnızca evreni veya doğadaki canlıları değil; silsileler yoluyla psikolojik süreçlerimizi de etkileyen bir gerçeklik halini alır. Çünkü tıpkı evrende olduğu gibi insan yaşamında da olasılıklar sonsuz; fakat olasılıkların gerçekleşmesi için gerekli olan enerji sonludur.

Yukarıdaki birkaç paragrafta anlatmaya çalıştığım üzere, kısıtlılık hali evrenin bir yasasıdır ve bir şey yasa olunca, ona bağlı olan diğer her şey de bundan nasibini alacaktır elbette. İnsan, yine en başta içerisinde yaşadığı doğa gereği kısıtlı doğar, toplumsal kuralları kısıtlı dünya görüşüne göre şekillendirir ve kendisini de ancak belli sınırlar içerisinde değerlendirebilir. O halde elimizde olmayan şeyler için kendimize kızmak veya sınırlarımızı kendi aleyhimize zorlamak yerine bu kısıtlılığın doğanın bir sonucu olduğunu kabullenmemiz hepimize iyi gelecektir diye düşünüyorum.

Peki ne yapalım? Açıkçası herkesin yapması gerekenler kendisine göre değişiklik göstereceği için bu soruya net bir cevap verilemez. Yalnızca şunu söyleyebilirim ki, kısıtlı olmanın yalnızca dezavantajları yok, bu aynı zamanda harika bir şey. Unutmamak gerekiyor ki insan, kısıtlılığı sayesinde kendi kendisi üzerinde düşünebilen bir zihnin evrimine şahitlik etti, Avrupalılar Müslüman coğrafya tarafından tekel haline getirilmiş ticaret yolları nedeniyle yeni dünyayı keşfetti, Kuantum fiziği kısıtlı elektrik arzının bir sonucu olarak doğdu, evrendeki çeşitlilik ise enerjinin sınırsız olmayışı sayesinde mümkün oldu. Yani, kısıtlılık bir tarafıyla eksiklik iken diğer tarafıyla sonsuz ihtimallere kapı aralayan zorlayıcı bir güçtür diyebiliriz. Eğer bu doğal fenomeni tam anlamıyla kabullenebilirsek hayatımızın her alanında kendimiz için yepyeni yollar keşfedebiliriz.

...

Bir süre önce, beni dinlemesinden keyif aldığım bir arkadaşımla dertleşirken başıma getirdiğim tüm saçma sapan şeylerin temel nedenini keşfetmiş olabileceğim kanısına vardım. Zor geçirdiğim çocukluk yıllarımın, insanların hayatlarına girerek geçmiş travmalarına ortak oluşumun ve bizzat kendi travmalarımın yarattığı ruh hali adeta hayattan hınç alırcasına hareket etmeme neden oluyor gibi. Zamanında çeşitli sebeplerle ulaşamadığım şeylere ulaşabiliyor olmak, aradan geçen yılların acısını çıkarırcasına ve diğer her şeyi boş vererek ilerlememe sebebiyet veriyor. İçime atarak sindirdiğimi sandığım her şey bilinçaltımı sessizce geçerek yüzeye vuruyor. Bu nedenle izleri takip etmek önemli, insan bilinçli veya yarı bilinçli olarak yaptığı her şeyi iyi analiz edebilirse kendisine dair derinde kalmış gerçeklerle yüzleşebilir (eğer gerçekten hazırsa).

18 Kasım 2021 Perşembe

Aşk: Hikayenin Başı

aşk nedir, neden aşık oluruz, aşkın bilimi, aşk nasıl hissettirir

"Yalnızca sabredenler hikayenin sonunu öğrenebilir."

Ne ilginç şey değil mi yaşamak? Yaşamaktan kastımız nefes almaksa, dokunmaksa, yemek yemekse, üremeyse veya hareket etmekse pek fazla ilginç sayılmaz elbet... İlginç olan şey anın farkında olmak, o anla bütünleşmek, geriye doğru saymakla meşgul olmak, yitip gideceğini bildiğin her saniyenin kıymetini anlayarak o anların hazzını tatmak yalnızca. Ağaçtaki yapraklara esir düşmüş bir tırtılın, savanada avlanan bir aslanın veya plajdaki kumların arasında kaybolmuş bir sürüngenin anı deneyimlemesi ile insan gibi bilişsel yetenekleri gelişmiş canlıların anı deneyimlemesi kesinlikle aynı şeyler değil. Çünkü bilişsel yeteneklerin üzerimize bindirdiği o duygusal yük, doğadaki başka hiçbir canlıda bulunmayan bir takım sihirli hissiyatlara ve davranışlara sebep oluyor. Aşk gibi...

İnsanlık tarihine kabaca göz attığımızda, bundan on binlerce yıl önce yaşamış olan ilkel toplumlarda aşk denilen bir kavrama rastlanmadığını görüyoruz. Bunu, bilimin yalancısı bir birey olarak söylüyorum: Aşk, modern toplumun icat ettiği bir kavram ve insanın toplumsal şekillenişi nedeniyle vuku buluyor. Son zamanlarda bu konuyla biraz ilgili olduğum için, internette aşk ve aşık olan kişinin biyolojik/psikolojik değişimleriyle ilgili birçok video izledim ve bazı dokümanlara göz attım. Sonuçlar hepsinde ortak: Aşk ve saplantı hali biyolojik anlamda benzer etkilere yol açıyor ve kişileri neredeyse tamamen aynı şekilde etkiliyor. Psikolojik süreçlere bakıldığında ise, kişiler çok yüksek oranda tanımadıkları insanlara aşık oluyor, çünkü ilk etapta sizi etkilemiş ve dikkatinizi çekmiş bir kişiyi ancak ve ancak tanıdığınız noktaya kadar idealize edebiliyorsunuz.

Bu iki kısa bilgiyi birleştirdiğimizde, aşkın biyolojik ve psikolojik tanımını aşağı yukarı şuna benzer bir şekilde yapabiliriz sanırım: Aşk, tanınmayan kişinin idealize edilmesi (kusurlarının görünmemesi) ile ortaya çıkan, psikolojik olarak saplantılı bir duruma geçmemize sebebiyet veren, biyolojik olaraksa belli başlı hormonların salgılanması neticesinde geçici bir süreliğine huyumuzun suyumuzun değişmesine neden olan bir ruh hali. Her güzel şeyde olduğu gibi aşktaki bu değişimler de oldukça kısa süreli... Kısa süreli diyorum çünkü yine izlediğim birkaç videoda, aşık olma durumunun birkaç aylık bir süreçten öteye gidemeyeceği özellikle vurgulanıyordu. Kendi tecrübelerimden yola çıktığım vakit tamamen aynı sonuçlara ulaştığım için bu bilgiyi kendi adıma teyit edebileceğimi rahatlıkla söyleyebilirim.

Peki neden aşık oluyoruz veya neden böyle bir şeye gereksinim duyuyoruz? Aşk neden modern toplumlarda ortaya çıktı? Bilimsel metotlar aşkın aslında var olmadığını kanıtlayabilir mi? Bu sorulara yanıt verebilmek için biraz geriye, ilkel çağlara gitmemiz gerekiyor. İlkel komünal olarak anılan eski toplumlarda, kabileler halinde yaşayan insanların küçük çocukları hep birlikte büyüttükleri biliniyor. Bu dönemlerde, bir çocuğun annesinin kim olduğu bilinirken, babasının kim olduğu bilinmiyordu. Kaldı ki kadının gebe kalmasını sağlayan asıl şeyin, erkeğin cinsel organından çıkan meni nedeniyle olduğunun keşfine kadar muhtemelen erkeklerin ne işe yaradıkları dahi bilinmiyordu. Herkesin herkesi yakınen tanıdığı bu kısıtlı topluluklarda özel mülkiyet kavramının ve soyun devamı gibi -modern zamanlara ait- geleneklerin olmayışı, toplumsal yaşamda cinselliğin tamamen doğal şekilde yaşanmasını sağlıyordu. Özel mülkiyet kavramını bilhassa vurgulamak istedim, çünkü bana kalırsa aşkın ve elbette evliliğin, kişilerin birbirlerini bir nevi mülk haline getirme çabalarından kaynaklandığını düşünüyorum.

İlkel toplumlarda herkes herkesin çocuğuyla ilgilendiği için annelik, babalık vb. kavramlar ortada bile yoktu. Fakat özel mülkiyetin insanlık tarihine girişi ve erkek egemen sistemin kurulmaya başlanması neticesinde "babalar" hangi çocuğun kendi çocuğu olduğuyla ilgilenmeye başladı. Bu durum, herkesin bildiği üzere kadının eve kapatılmasına, toplumsal açıdan yok sayılmasına sebep oldu. Kadınlar artık yalnızca eşlerine çocuk vermekle yükümlü birer öge halini aldılar.

Bu durum kadın ve erkek arasındaki ilişkilerin tamamen değişmesine ve toplumsal roller arasındaki farkların git gide açılmasına sebep oldu. Fakat buna rağmen -yanlışım yoksa- 18. yy'ın ortalarına dek toplumsal hayatta halen modern anlamda bir aşk kavrayışı bulunmuyordu. Tarihi, Roma dönemine kadar giden evlilik ise çoğunlukla iki erkeğin stratejik ortaklığından ibaret olan yasal bir zorunluluk, bir bağ idi.

Aşk kavramı, Orta Çağ'ın ardından kurulan yüksek nüfuslu kentlerde ortaya çıkmaya başladı. Kent yaşamı bu anlamda son derece önemlidir, çünkü köyler ve kasabalar gibi düşük nüfuslu yerlerde insanlar birbirlerini tanır ve bu, aşkın önünde büyük bir engel oluşturur. Bunun nedeni yukarıda da belirttiğimiz üzere aşkın, bilinmeyen kişilere duyulan bir takıntılı ruh hali olmasıdır. Kişi ne kadar az biliniyorsa o kadar fazla idealize edilebilir ve idealize edildikçe hayranlık artar. Aşkın oluşabilmesi için hayranlık ve bilinmezlik son derece önemlidir. Yeni tanıştığınız bir kişiyi düşünün: İlk etapta görsel olarak çekici buldunuz ve yavaş yavaş iletişime geçerek kendisi hakkında -size gösterdiği kadarıyla- bilgi edinmeye başladınız. Bir takım ortak noktalarda buluştunuz, iletişimi devam ettirebilmek için ortak beğeniler üzerinden sohbet etmeye devam ettiniz... Bu durumda merakınız da gittikçe artmaya başladı ve kendisiyle ilgili daha fazla bilgi edinmek için iyice motive oldunuz. Buraya kadar her şey çok güzel, ancak hepinizin de muhtemelen birçok kez deneyimlediği üzere ilgili olduğunuz kişiyle birkaç buluşmanın ardından ya kendisinden daha çok hoşlanırsınız ya da ilginizi tamamen kaybedersiniz. Çünkü bir insanı tanımak ona ilişkin ideanızın yıkılmasına sebep olur ve bu kişi herhangi bir kişiye dönüşür. İşte bu sebeple aşk denilen şey ancak kent yaşamında mümkün olabilir. Keza köy hayatında herkes herkesi zaten tanıdığı için kişiler kolaylıkla idealize edilemez.

Peki neden aşık oluyoruz? Bu sorunun bilimsel anlamda en net cevabı tahminimce üreme ve türün devamını sağlamakla ilgilidir. Fakat üreme denilen şeyin ortaya çıkabilmesi için karşı cinsten (kimi zaman hemcinsten) kişilere karşı ilginizi ve tutkunuzu artıracak hormonal faaliyetlerinizin oluşabilmesi gerekir. Cinselliğin temelde olduğu bu hormonal durum, insanların karşılarındaki kişilerle duygusal anlamda da bağlanmalarını sağlar. Elbette bu duygusal bağın sonuçları kişilik özelliklerine, içinde bulunulan ilişkinin koşullarına ve diğer pek çok etkene göre değişiklik gösterir. Sonuçta ortaya romantik bir ilişki çıkar. Tabii burada doğal olarak şu soruyu sorabilirsiniz: Aşkın kimyası cinsellikse çocuklar neden aşık oluyorlar? Bu soruya cevabım son derece net: Çocukların da cinsel arzuları ve hissiyatları var. Biraz Freud okuyun canım!

Bilimsel düşünce bize aşkın çeşitli yönlerden tanımını verebiliyor. Aşk hem fizyolojik hem psikolojik hem de toplumsal bir ruh hali. Çağlar boyunca çeşitli şekillerde tanımlanmış veya ortaya çıkmış gibi görünüyor. Kim bilir belki de bundan 100 yıl sonra aşkı bambaşka bir şekilde tanımlayacağız. İnsanlık tarihi boyunca yeniden üreterek tanımladığımız tüm diğer olgular gibi... Konuyu daha fazla dallandırıp budaklandırmadan, küçük bir aşk hikayesiyle sonlandıralım. Umarım hepiniz bir gün delicesine sevilirsiniz!

Sana Her Şeyi Bilimle Açıklayabilirim

Bu küçücük odada, tam burada, sabaha kadar gözlerimizi kırpmadan seviştiğimiz bu yatakta yapayalnızız. Beni, bedenlerimizin birbirine dokunuşu kadar mutlu edebilecek başka hiçbir şey yokmuş gibi hissediyorum. Hafif araladığımız pencereden arada sırada yüzüme çarpan o soğuk rüzgar, ayak parmaklarıma kadar bastıran sıcaklığı kovalamaya yetmiyor. Üzerimizi biraz açsam üşüyeceksin diye korkuyorum, belki de hasta olacaksın. Kim bilir belki de ben hasta olurum?

Şu an hem seninle meşgulüm hem sana dokunmakla hem de böyle aptalca düşüncelerle işte... Herkesten ve her şeyden yalıtılmış olan bu odada, kalan kısacık zamanımızı düşünüyorum. Sahiden saat kaç oldu? Göz ucuyla telefonuma bakıyorum ve görüyorum ki sabahın ilerleyen saatlerini bulmuşuz. Zaman benden yana olmalı, oldukça aheste akıyor çünkü. Fakat bazen durdurabilmek istiyorum bir taraftan; çünkü en çok benden yana bile olsa nihayetinde geçip gideceğini ve bana geçmişten el sallayacağını biliyorum. Yitip giden her şeyden daha çok yitip gidecek gibi duruyor ve bunları düşündükçe canımı yakıyor, yalan yok.

Bu hisler ne zaman böyle oldu? Seninle geride bıraktığımız saatlerde mi? Günler mi demeliyim? Günler, geceler, saatler, saniyeler, hepsi artık iç içe. Vedalaşacağımız o anı bekliyor gibiyim şu an. Bir umut, zaman donuverir de her şey olduğu yerde sabitlenirse kendimi daha iyi hissederim belki.

...

Gözlerim bir süreliğine kapandı sanırım, fakat uyudum mu uyumadım mı bilmiyorum. Tuvaletim var, susadım, terledim, aslında son derece berbat bir haldeyim fakat yanından kalkmak istemiyorum. Bu kısacık anı kaçırmak, bu anı tuvalette veya mutfakta geçirmek hiç istemiyorum. Ne olacak ki zaten? En fazla altıma işerim. O halde sana sırılsıklam aşık olmuş mu sayılırım sence?

Sana karşı tam olarak ne hissettiğimden emin değilim. Bunun adı aşk mı yoksa başka bir şekilde mi tanımlamalıyım? Bu duygunun beni uzun zamandır hissetmediğim kadar tutkulu bir hale getirdiğinden hiç şüphem yok. Vücudumdaki çeşitli hormonların bu hisse yol açtığını çok iyi biliyorum. Taa en başından beridir vücudumda salgılanan dopamin sayesinde "an"da olmaktan haz alıyorum. En başat mutluluk kaynağımız seratonin sayesinde ise her şeyi toz pembe görüyorum. Karışıma bir de oksitosini ekleyince, gözüm senden başkasını görmez oluyor artık. Bunların dışında bir de vücuduma basan bolca östrojen var elbette: Adeta uslu bir kedi gibi oldum (Bu kadar östrojeni bir erkek aslana dayayıversen eline ip yumağı alıp yokuş aşağı oynatırsın zavallı hayvanı). Kısacası sana her şeyi bilimle açıklayabilirim; insanların kuyruğu olmaz mesela... Aslında olur, yani nadiren kuyruklu doğum oluyor işin aslı. Yarın bir gün kuyruklu bir çocuğun olursa adını Yıldız koyar, şakacılıkta sınır tanımayanlar listesine adını yazdırırsın.

...

Neredeyim ben? Bu gelenleri tanıyorum, akrabam onlar benim. Burada ne işleri var, inan zerre fikrim yok ama yakında öğreniriz. Şimdi bir yere gidiyoruz, fakat nereye? Her şey son derece bulanık. Her şey anlamsız ve sahte. Gözlerimi açtım nihayet, hepsi bir rüyaymış. Peki ben şu an neredeyim? Yanındayım, tam arkanda. Harika, hala biraz zamanımız var. O kadar mutlu oldum ki halen biraz zamanımızın olmasına... O yüzden sana bir kez daha sıkıca sarılıyorum, içime gömüyorum adeta. Fakat tabii bu kadar sıkmamam lazım yoksa nefessiz kalırsın. Keşke seni nefessiz bıraktığımda ölmeyecek olsaydın... Aşk böyle bir şey işte; içine almak, kaybetmek istiyorsun ama edemiyorsun... Neyseki aşkın da bir ömrü var ve hayatımızın  geri kalanını kafayı yemiş gibi geçirmek zorunda kalmayacağız.

Her şey çok güzeldi, her şey çok iyiydi. Ama ne yazık ki bazı şeyleri burada, bu anda bırakıp gitmek zorundayız. Bu ayrılık, kim bilir belki de sonsuza dek sürecek veya bir şekilde, bir noktada tekrar bir araya geleceğiz. Emin değilim, fikir beyan etmek de istemiyorum. Zaman her şeyi çözecek veya birleştirecek. Biz şimdilik üzerimize düşeni yapacak ve ayrılmamız gerektiği gerçeğiyle yüzleşeceğiz. Bu sabah hem her şeyimizi kaybedecek hem de hiçbir şeyimizi kaybetmeyeceğiz. Bunun ne demek olduğunu inan bana bilmiyorum fakat işte senin sayende öğreneceğim. Birlikte öğreneceğiz. Her şey için çok sağol, bunu asla unutmayacağım.

"Yalnızca sabredenler hikayenin sonunu öğrenebilir."

...