30 Mart 2020 Pazartesi

Geri Dönüş




♫ Fairport Convention - Autopsy

Kendimi yıllardır uyuyormuşum gibi hissediyorum. Gözlerim hafif açık, hiçbir şeyi net göremiyorum.  Çalan şarkı oldukça tanıdık geliyor fakat ne olduğunu bir türlü hatırlayamıyorum. İç sesimin bile kime ait olduğunu bilmiyorum. Sahi, insanların iç sesi kendi sesleri midir? Eğer öyleyse ve bu benim sesimse kendi sesimi dahi hatırlayamadığıma yemin edebilirim. Tanrım, ben neyin içine düştüm böyle!

- Mr. Beltfort, sesimi duyabiliyor musunuz? Mr. Beltfort, uyanın lütfen.

+ Uyanığım evet, kusura bakmayın gözlerimi bir türlü açamıyorum. Neredeyim ben? Siz kimsiniz, lütfen söyler misiniz?

- Ben Doktor Robert Fuller, yanımdaki kişi ise asistanım Betty. Bir süredir komadaydınız, şu an durumunuz iyi. Bir süre daha dinlenmeniz gerekiyor. Gözleriniz birkaç saate kalmaz eskisi gibi görmeye başlar, hafızanız içinse ne yazık ki birkaç güne ihtiyacınız olacak. O güne kadar size son derece iyi bir şekilde bakacağımızdan emin olabilirsiniz.

+ Pekâlâ, Doktor Fuller, alakanız için teşekkür ederim fakat sizden bir ricam olacak. Eğer mümkünse?

- Hayhay, buyurun çekinmeyin lütfen.

+ Lütfen çalan parçayı değiştirebilir misiniz? Ben daha çok klasik müzik dinlemeyi tercih ederim, mümkünse Johann Strauss olsun. Tabii, oğul Strauss elbette…

Johann Strauss II… Tabii ya, Vals Kralı derlerdi değil mi onun için? Annemin adını dahi hatırlayamıyorken Strauss'u hatırlamış olmak son derece garip. Acaba hangi meslekle uğraşıyorum? Orkestra şefi miyim yoksa bir koleksiyoner mi? Acaba ne koleksiyoneriyim? Belki de çok zengin fakat tembel bir adamımdır. Kim bilir? Gözlerimi bir açabilsem en azından kendimi görme fırsatım olurdu.

Mr. Beltfort, yeterince zaman geçtikten sonra gözlerini açmayı başarmış ve hatta kendisine dair bazı anılarını hatırlamaya başlamıştı. Kendisi bir koleksiyoner ya da orkestra şefi değildi. Durumu görece iyi olan ve birkaç yıl önce vefat etmiş anne-babasının evinde yaşayan, bekâr ve sefil bir adamdı. Londra’da bulunan birkaç dükkân sayesinde para sıkıntısı çekmeden yaşıyor ve tüm gününü felsefe, sanat ve biraz da bilimle geçiriyordu. Sınıfsal çatışmalara olan ilgisi azdı, bu nedenle Marks ve Engels’le hiç tanışmamıştı.

- Bugün nasılsınız Mr. Beltfort? Duyduğum kadarıyla bazı şeyleri yavaş yavaş hatırlamaya başlamışsınız.

+ Evet, çok şükür ki anılarım ait oldukları yere gelmeye başladı. Anlaşılan geçmişe bir sünger çekmeyi başaramadım.

- Bağışlayın, ne demek istediğinizi tam olarak anlayamadım Mr Beltfort.

+ Sünger çekmek… İngilizce eski bir deyimdir. Söyler misiniz Doktor Fuller acaba kaç yaşındasınız? Kabalık etmek istemem ama İngilizlere de pek benzemiyor gibisiniz.

-  Hatırlayamadığım kadar uzun bir süredir Manchester’da yaşıyorum Mr. Beltfort. Annem Hint babam ise İtalyan asıllıdır.

+ Lütfen mazur görün, oldukça uzun bir zamandır uyuyormuşum gibi hissediyorum. Ayrıca bazı gariplikler var gibi, anlamlandıramıyorum.

- Ne gibi gariplikler tam olarak?

+ Mesela tam şu anda, sanki farklı bir dil konuşuyor gibisiniz. Yani, aslında sizi anlayabiliyorum ve eminim ki siz de beni anlayabiliyorsunuz fakat kelimeleri telaffuz etme biçiminiz oldukça farklı gibi. Aslına bakarsanız, bana buradaki herkes farklı bir dil konuşuyormuş gibi geliyor. Bilmem anlatabildim mi?

- Mr. Beltfort, komadan henüz uyandığınız için böyle ufak problemler yaşamanız oldukça normal. Şimdi izninizle sizden kısa bir anamnez almamız gerekiyor. Fakat öncelikle bana söyler misiniz, en son hatırladığınız şey nedir? Yakınlarınızdan hatırladığınız birisi var mı, buraya sizin için gelen birisinin olup olmadığını sormadınız.

+ Sormadım çünkü ben yalnız yaşayan bir adamım, yakın olduğum kimse yok. İlk sorunuza gelirsek, en son hatırladığım şey hayatımın geneline dair hatırladığım şeylerle aynı. Ben evden pek fazla çıkmayan birisiyim.

- Peki, Mr. Beltfort, derin uykunuza dalmadan önce nelerle meşgul olduğunuzu hatırlıyor musunuz?

+ Derin uyku mu? Komayı mı kastediyorsunuz? Sizi pek anlayamadım.

- Mr. Beltfort, insan dondurmayla ilgili bir şey hatırlıyor musunuz?

Aman Tanrım! Evet, tabii ya! Birbirinden kopuk anılarım arasındaki uğursuzluğun sebebi bu olabilir! Dondurulmuş insanlar… Tıpkı konserve kutusuna istiflenmiş balıklar gibi durağan, bir sonraki konağını arayan virüsler kadar cansız ve binlerce yıl hiç değişmeden duran kayalar kadar hissiz insanlar…

+ Tam iki yıl boyunca bu konu üzerinde araştırma yaptım. Elbette kendim için… Artık zamanın ve mekânın anlamsızlaştığı, okuyacak hiçbir değerli kitabın, izlenecek hiçbir güzel filmin ve gülünecek hiçbir zekice esprinin kalmadığı zamanlarda yalnızca bu mesele üzerinde düşünüyordum. Tabii ya! Birkaç kâğıt imzaladığımı, tüm malvarlığımı ise beni donduracak olan şirkete bıraktığımı hatırlıyorum. Lütfen söyler misiniz, biz hangi yıldayız? 1970 yılında olmadığımızı anlamıştım, sanat yönetmeniniz her kimse pek de iyi iş çıkartamamış.

- Mr. Beltfort, uyandığınızda panik olmamanız için sizi 1970 yılını simüle eden bir odaya taşıdık. Mazur görün, 1900’lerin üzerinden epey zaman geçti. Elimizden bu kadarı gelebildi…

+ Doktor Fuller, eğer lafı dolaştırmadan hangi yılda olduğumuzu söyleyebilirseniz çok sevineceğim! Bu arada lafı dolaştırmak da oldukça eski bir deyimdir!

- Mr. Beltfort, 2576 yılındayız. Altı yüz yıldan fazla süredir uyuyordunuz.

+ Aman Tanrım! Demek ki başardınız, dondurulan insanları hayata geri döndürebiliyorsunuz! Bu harika bir haber!

- Evet bayım. Ayrıca şunu söylemek isterim ki hayata yeniden gözlerinizi açmanız modern tıbbın en büyük zaferidir ve mutlulukla söylemek isterim ki dondurulduktan sonra yaşama dönen ilk insansınız. Tebrikler!

Daha sonra Doktor Fuller, birkaç gün boyunca hafif bir baş ağrısı, arada sırada gözlerde kanlanma ya da baş dönmesi gibi sorunlar yaşayabileceğimi fakat tüm bunların geçici olduğunu belirtti. Henüz bir sorun yaşamadım ancak gücümü kuvvetimi epey bir kaybetmişim. Az buz değil tam 600 yıldır hiçbir kas lifimi kullanmış değilim. Biraz egzersiz ve steroidle kendime gelebileceğim söylendi…
Her neyse, birkaç gün boyunca odamın yakınlarında ve hastane bahçesinde dolaşabileceğimi ancak dikkatli olmam gerektiğini söylediler. Günlerimi bahçede dolaşarak, bana verdikleri çok eski dergi ve gazeteleri okuyarak ve kendi zamanımın TV şovlarını izleyerek geçirmeye başladım –Her ne kadar TV’nin teknolojisine aşina olmasam da kontrolün tamamen düşünceyle sağlanabiliyor olması beni son derece rahatlattı.-

Daha sonra aslında İngiltere’de değil; İngiltere’ye bağlı bir adada bulunduğumu öğrendim. Bana bu bilgiyi veren kişi daha fazlasını söyleyemeyeceğini belirterek adanın ismini vermekten kaçındı. Aradan geçen 600 yılda dünyadaki pek çok yerin isminin değişmiş olabileceğini hesap edebiliyorum. Benden her şeyin bu kadar titizlikle saklanıyor oluşunu bir türlü anlamlandıramıyorum. 600 yıl sonra derin uykusundan uyanmış birisini hangi bilgi şoke edebilir ki?

Burada birkaç gün daha geçirip de bazı kimselerle ahbap olmaya başladıktan sonra, ada ve dünyamız hakkında daha fazla bilgi edinmeye başladım. Üzerinde bulunduğumuz ada ‘Hibrit Adaları’ denilen ve İngiltere’ye bağlı olan yapay bir adalar grubunun en büyük üyesiymiş. Burada bulunan ve birkaç özel şirket tarafından işletilen hastane ise yalnızca ultra zengin kişilerin ya da özel izinli hastaların kabul edildiği bir yermiş. Bana ayrıca adaların yasal olarak İngiltere’ye bağlı olduğunu fakat özerk bir şekilde işletildiği söylediler. Anladığım kadarıyla, Hint Okyanusu’nun ortasında bulunan bu yapay adalar, birilerinin yasa dışı işlerini hallettiği bir lokasyon konumunda…
Neden sonra bir gün, yine hastanenin avlusunda dolaştığım bir esnada, George adında birisi ile tanıştım ve kısa sürede ahbap olduk. Her ne kadar kendisi hakkında pek bir şey konuşmuyor olsa da bana içinde bulunduğumuz dünya ile ilgili epeyce bir şey anlattı.

George’nin dediğine göre, 2020’nin başlarında tüm dünyaya yayılan bir virüs tarihin akışını köklü bir biçimde değiştirmiş. O kadar ki “İsa dahi tarihin yönünü bu kadar değiştirememişti.” diye söylenmişti kendi kendine. Öncesinde, SSCB’nin dağıldığını, ABD’nin küresel bir aktör haline geldiğini ve dünyayı kendi çeperinde globalleştirdiğini anlattı durdu. Ancak 2020’nin başlarında meydana gelen bu büyük felaket küreselleşmenin önünü tıkamakla kalmayıp son 30 yılda değişen yaşam biçimlerini de tersine çevirmeyi başarmış. Hastalıktan zor bela kurtarılan büyük kentlerdeki nüfusun çoğu eridikten sonra, tüm ülkeler özellikle büyük şehirlere giriş çıkışları izne bağlı kılmaya başlamış. Yani bir nevi feodal sisteme dönmüş dünya.

Zamanla, insanlar arasındaki dil, din, ırk ve mezhep gibi farklılıklar bir kenara atılmış ve insanlar ‘içeridekiler’ ve ‘dışarıdakiler’ olarak ayrışmaya başlamışlar. İçeridekiler; yani daha çok yazılım, sanat, beyaz yaka işleri veya nitelikli işçilerden oluşan insan toplulukları büyük şehirlerde ve her şeyden izole bir şekilde yaşamaya başlamışlar. Dışarıdakiler ise tarım, hayvancılık, zanaat ve diğer işlerle uğraşan, şehirlere girmeye izni olmayan ya da çok kısıtlı olan kişilerden oluşuyormuş. Şehirlere girişler iki ya da üç büyük sınır kapısından sağlanıyor ve geri kalan alanlar beton duvarlar, doğal engeller veya çift katlı çelik tel örgülerle dış dünyadan yalıtılıyormuş.

Bir süre sonra, her büyük şehrin kendine ait bir ekonomisi, kültürü ve bilimsel birikimi olmaya başlamış. Belediye başkanları, devlet yöneticilerinden daha ayrıcalıklı ve güçlü konumlara gelmeye başlamışlar. Politika değişmiş, mizah değişmiş, yaşam biçimleri değişmiş… Şehirler gün geçtikçe dikey biçimde büyümeye devam etmiş, öyle ki George’nin dediğine göre, koskoca bir ömrü hiç toprağa basmadan geçiren insanlar yaşamış şu dünyada…

Dışarıdakilerin hayatı oldukça zormuş; hiçbir şehrin vatandaşı olmadıkları için sosyal güvenceden yoksun bir şekilde yaşıyor, kendi gıdalarını kendileri üretiyor ve şehirdeki teknolojiyi en az 50 yıl geriden takip etmek zorunda kalıyorlarmış. Ayrıca adına internet denen ve kişisel bilgisayarları birbirine bağlayan ağı sınırlı şekilde kullanabiliyor, şehirlilere tanınan ayrıcalıkların uzağında yaşıyorlarmış.

Aralarından bazıları, büyük şehirlere gizlice girmek için her yolu denemişler. Bu kişilerin çoğu 7/24 devriye gezen yardımcı polis robotlarına yakalanarak sınır dışı edilmiş –daha da kötüsü öldürülmüş– ya da kaçmaya çalışırken sakatlanarak, hayatlarına bakıma muhtaç şekilde devam etmek zorunda kalmışlar.

İçeridekilerin durumu ise pek farklı değilmiş; yalnızca zenginler ya da aristokratlar neredeyse tüm kuralların dışında yaşayabiliyorlarmış. İçerideki insanların her biri sosyo-ekonomik durumlarına göre yaşayabilir ve bir alt ya da bir üst sınıra yaklaşamazmış. Örneğin bir öğretmenin, bir mühendisin ya da bir tüccarın gidebileceği belirli yerler varmış. İnsanlar durmaksızın kontrol edilerek gittikleri yerler rapor ediliyormuş. Kanunlara aykırı davranmanın cezası ise bir hafta ile bir yıl arasında ev hapsine alınmakmış (ayrıca ceza bitene dek tüm sosyal haklar askıya alınıyormuş).

Bu kontrolü ise deri altına yerleştirilen mikroçipler sayesinde yapıyorlarmış. Bu mikroçipler, bireyin doğumundan ölümüne dek vücudunun belirli bir yerinde durmaksızın çalışır ve kişilere ilişkin çeşitli verileri şehir merkezindeki ana bilgisayara gönderirmiş. George’a mikroçipin hangi verileri gönderdiğini sorduğumda bana, sağlık verileri, konum izleme, duygusal veriler –yani heyecan, üzüntü, stres gibi anlık durumlar– ve hatta düşüncenin bile gönderilebildiğini söyledi.

George bana dünyada artık hiç savaş yaşanmadığından, genellikle gıda ya da temiz su sorunu çekilmediğinden ve dünya nüfusunun eskiye göre yarı yarıya azaldığından söz etti ve ekledi: “Dünyadaki en büyük sorunun insanın açgözlülüğü olduğunu anladık ve sistemi değiştirdik. Eskiden herkesin her şeye ulaşabileceğini, yeterince çalışan ya da yeterince şanslı olan herkesin zengin olabileceğini anlatırdık. Artık bunların hiçbirisi yok; zenginlik yeniden tüccarların ve aristokratların elinde. Dünyamız bu sayede nefes almaya başladı.”

“Fakat” dedim, “Yalnızca insanlara hayal satabildiğiniz sürece onlara istediğiniz her şeyi, sanki kendileri istiyormuş gibi yaptırabilirsiniz. Hayal olmazsa üretim olmaz, köle gibi çalışmaya gönülden inanarak yaşayan insanlar olmaz.” George bir an bile duraksamadan, sözlerimi henüz bitirmişken şunu söyledi: “Eskiden insanlara hayal satıyor ve sistemin döngüsünü sağlıyorduk, evet. Fakat şimdi onlara daha korkunç bir şey satıyoruz: Korku. Daha önce hiç kedi beslediniz mi Mr. Belfort? Eskiden bir kedim vardı, daha yavruyken almıştım. Ona evde o kadar güzel baktım ve onu dışarısıyla o kadar korkuttum ki, hayatının geri kalanı boyunca asla kapı eşiğinden dışarı adım atmadı. Anlıyor musunuz Mr. Belfort? Adım atacak cesareti hiçbir zaman bulamadı.”

Rüyalar ülkesi Amerika… Bizim zamanımızda böyle derlerdi; dizilerde, filmlerde ve kitaplarda ABD propagandası böyle yapılırdı. Rüyalar ülkesi, özgürlüğün ülkesi, herkesin istediği her şeyi yapabildiği tek yer… Anlayabiliyorum, çağ değişmiş, strateji değişmiş, koşullar değişmiş. Eskiden ütopya pompalayan devletler artık distopya pompalar hale gelmişler.

- Mr. Beltfort, dünyamız hakkında yeterince bilgi edindiğinize göre, artık neden burada olduğunuzu ve benim kim olduğumu öğrenmenizin de zamanı gelmiştir. Ben Prof. Dr. George Ohmwell, sinirbilimleri ve nöro-biyomekanik uzmanıyım. Aynı zamanda bu hastanenin de sahibiyim. Size, şu an içinde bulunduğunuz bedenin aslında iyi bir replika olduğunu söylemeyi arzu ederim.

+ Ne demek istiyorsunuz? Neler oluyor burada?

- Hastanemizde pek fazla hasta olmadığını fark etmiş olmalısınız. Aslında bu hastane de gerçeğinin bir replikasıdır. Bir şeylerin gözünüze farklı görünüyor olmasının sebebi de tam olarak bu. İşte, karşımızda duran okyanus gerçek değil yalnızca 3 boyutlu bir görüntü. Aslında bakarsanız, biz de şu an hastanenin avlusunda değiliz, aslına bakacak olursanız biz hiçbir yerde değiliz. Yalnızca küçük, karanlık bir odada birbirimize bağlı bir şekilde yaşıyoruz. Süper hızlı bir bilgisayar tarafından oluşturulan bir simülasyonun içinde…

Şok içindeydim, başımdan aşağı kaynar sular inmişti. Profesörün söylediği şeylerin çoğunu anlamlandıramıyordum. Ne demekti simülasyon? Yani aslında var olmayan bir yerde miyim? Hafızamın tekrar silinmeye başladığını hissediyorum. Dizlerim yere iniyor, sanırım ayakta duramıyorum.

- Lütfen sakin olun Mr. Beltfort, bırakın son anlarınızda size olan biten her şeyi açıklayayım. 600 yıl boyunca dünya çok hızlı evrelerden geçti. Biz, yani aristokratlar ve zenginler, insanları birbirinden yalıtmaya başladıktan ve kontrolün çoğunu ele aldıktan sonra bazı –naif olmayan– olaylar yaşandı. Kontrolümüz dışındaki bazı bölgelerde isyanlar gerçekleşti ve bunların çoğunu kimsenin burnunu bile kanatmadan bastırmayı başardık. Ancak her alanı kontrol etmenin maliyetleri başa çıkılamaz olduğundan, bazı bölgeler karanlık haritalara dönüştü. Buralarda yaşayan insanlar ise örgütlenmeye ve bize karşı birleşmeye başladılar. Şu an halen teknolojileri her ne kadar eski bile olsa, aralarındaki bazı dâhilerin ve şehirlerde yaşayan hainlerin de katkılarıyla geleceğimiz için tehdit unsuru olmaya devam ediyorlar.

Açık konuşmak gerekirse kaynaklarımız son derece az ve dışarıda ne kadar insan yaşadığını bilmiyoruz. Onlarla açıkça savaşamayız çünkü bu savaşı insansız veremeyiz. Ayrıca sivil halkın zarar görmesi itibarımızın zedelenmesi anlamına gelecektir. Bu nedenle örgütlerin liderliğini yapan ya da yönetici kadrosuna kadar yükselmiş olan kişileri gizli operasyonlarla şehre taşıyoruz. Fakat onları diri şekilde ele geçirme şansımız pek olmuyor, bir şekilde ele geçirsek bile çeşitli yöntemlerle intihar etmeyi beceriyorlar. Bu yüzden onları yeniden hayata getirerek zihinlerini haritalandırabilmek istiyoruz.

+ Böylece onlardan istediğiniz tüm bilgiyi zor kullanmadan alabilirsiniz ve bu nedenle beni kullandınız. Kendime ait olan tüm anıları burada, bu sahte dünyanızda yeniden inşa ettiniz. Peki, ama neden ben? Neden ölmüş bir başkası değil de ben?

- Mr. Beltfort, bu dünyada artık kimse ölmüyor. Ben yaklaşık 200 yıldır yaşamaktayım ve hala dimdik ayaktayım. Anlatabildim mi?

+ Peki ya şimdi ne olacak? Bu ucuz ve ucube deney farenizle ne yapacaksınız?

- Zihninizin haritalandırılması işlemi tamamlandıktan sonra bilincinizi bir bilgisayara aktaracağız. Bedeniniz yakılarak imha edilecek, şuurunuz ise Ortak Akıl Merkezi’ndeki ana bilgisayara yüklenecek. Burada yüzyıllar boyunca, mutlu, huzurlu ve umut dolu bir hayat yaşayacaksınız. Tek yapmanız gereken ise, bilgisayarın çözümleyemediği, analitik olmayan durumları çözümlemek olacak. Yani duygusal verileri işleyeceksiniz. Günde yalnızca 6 saat çalışacak, geri kalan zamanı ise doyasıya eğlenerek geçirebileceksiniz. Uykuya, yemek yemeğe ya da tuvaletinizi yapmaya ihtiyacınız olmayacak. Dilediğiniz kadar sevişebilir, zevk için yiyebilir ve sarhoş olabilirsiniz. Buradaki fizik kuralları orada da geçerlidir ve sizi temin ederim simülasyonumuz son derece başarılıdır. Aradaki farkı anlamayacaksınız bile.

+ Beni, kendi vatandaşlarınızın duygusal durumlarını takip edip onları fişlemem için görevlendiriyorsunuz! Peki ya bunları istemezsem, ya reddedersem? O zaman ne yapacaksınız, zorla mı yaptırmayı düşünüyorsunuz?

- Hayır, Mr. Beltfort. Bizler kimseye, asla zorla bir şey yaptırmayız. İnsan hayatına ve insanın kararlarına saygı gösteririz. Önünüzde iki yol olacak: Ya bizimle işbirliğini seçer ve yaşamaya devam edersiniz ya da bilinç kipiniz sonsuza dek kapatılır ve ölürsünüz.

+ Söylediklerinizin hepsi bir palavra! Sahte bir dünya, aslında olmayan bir yer!

- İnançlı bir adam olduğunuzu biliyorum Mr. Beltfort. Yıllar boyunca, aslında var olmayan bir Tanrı’nın cennet vaatlerine inandınız ve ölümden sonraki yaşama olan inancınızla hayatınıza devam ettiniz. Fakat dirilmenizden sonra gördüğünüz şey bir Tanrı değil, sizin gibi bir insan! Üstelik size, Tanrı’nınkiyle aynı vaatlerde bulunan bir insan… Şimdi söyleyin, benim vaatlerimi Tanrı’nın vaatlerinden daha az değerli kılan şey nedir? Sizce ölümünden sonra diriltilmiş ve yeniden bedenlenmiş bir kişi, hala aynı kişi midir? Yoksa onun başarılı bir replikası mıdır? Yaşam nedir, ölüm nedir, bilinç nedir? Tüm bunları düşünmenizi rica ediyorum Mr. Beltfort. Daha sonra önünüzde bulunan iki kapıdan birini seçerek, ebedi istirahatiniz ya da ebedi yaşamınız arasında seçim yapabilirsiniz. Hoşça kalın!

------------ ♫ ------------ 
Day One - Hans Zimmer (Interstellar)
Light of the Seven – Ramin Djawadi (GOT)
The Treason of Isengard - Howard Shore (LOTR)
Prophecy - Adrian Von Ziegler

29 Mart 2020 Pazar

Kıyametin Ardından



Ortaya çıkışının ardından kısa bir süre içinde küresel bir salgına, yani bir pandemiye dönüşen Covid-19, salgın başlangıcının üzerinden haftalar geçtikten sonra kontrol altına alınabilmiş ve dünya üzerindeki son hasta yaşamını yitirdikten sonra tamamen ortadan kalkmıştı.

Hastalığın bedeli ağırdı; dünyanın pek çok ülkesinde hayvancılık, turizm ve kültür-sanat endüstrisi zarar görmüş, sağlık sistemi ise çökmüştü. Bu çöküş kırılgan ekonomileri tamamen savunmasız hale getirdi. Gelişmiş ülkeler ve bu ülkelere ait ulusal bankalar ise borçlarını alamadıkları için batma noktasına geldiler. Fakat en azından 2020’li yıllara damgasını vuran bu pandemik hastalık nihayet son bulmuştu.

...
Bir son dakika haberiyle karşınızdayız. Güneydoğu Asya’da ortaya çıkan yeni bir hastalık, kıtanın yarısına hızla yayılmaya başladı. Amerika başta olmak üzere, Batı Avrupa, Rusya ve bazı Arap ülkeleri, Güneydoğu Asya ile olan tüm ticari anlaşmaları askıya aldı ve bu ülkelere giriş çıkışları yasakladı. Ayrıca salgının yaşandığı ülkelerdeki konsolosluk çalışanlarını ülkelerine geri çağırdılar. Bu ülkelerde çeşitli amaçlarla bulunan vatandaşları içinse henüz bir adım atmadılar.
...

- Biri bitti derken bir başkası geldi sanırım. Tanrı’nın sevmediği çocuklarıyız, hepimizin canını almadan rahat vermeyecek.

+ Dünya’nın ayarlarıyla fazla oynadık, bu kadar insanı kaldıramayacağı belliydi. Bana kalırsa Dünya, içindeki virüsleri temizliyor. Darwin’in sesini duyuyor gibiyim: “Benim doğal seleksiyonum işini bilir!”

- Hadi be oradan! Yok, doğal seleksiyonmuş, yok Darwin’miş… Senin gibi dinsizler yüzünden bu hale geliyoruz. Ne diyor kitap, “…yarın ülkene çekirgeler göndereceğim. Yeryüzünü öylesine kaplayacaklar ki, toprak görünmez olacak. Doludan kurtulan ürünlerinizi, kırda biten bütün ağaçlarınızı yiyecekler.”

+ Sen eskinin masallarına inanmaya devam et. Eğer bu salgının önünü alamazlarsa Tanrı’ya mı dua edeceksin, yoksa bilim insanlarından mı medet umacaksın hep beraber göreceğiz.

Bu kısa diyaloğun üzerinden henüz bir ay bile geçmemişti ki, hastalık kapıyı çaldı. İnsanların, henüz birkaç yıl önce Yeni Koronavirüs’ten tecrübe ettikleri şekilde yaşamaya başlamalarına rağmen hızla yayılıyordu. Hastalık önce Asya Kıtası’nın tümünü, oradan Rusya ve Orta Doğu’yu, ardından Avrupa ve Amerika’yı vurdu.

Birkaç yılda zar zor toparlanmış olan dünya ekonomisi, birkaç hafta geçmeden büyük bir krize girmişti. Dolar ile birlikte dünyadaki tüm para birimleri %300 seviyelerinde değer kaybetti. Borsalar artık her gün değil üç günde bir açılıyordu. Üstelik Amerika’nın git gide daha fazla dolar basması da işe yaramıyordu. Borçlar birikiyor, şirketler batıyor ve kamu kurumları iflas bayraklarını çekiyordu. Dünyaya artık kaos hakimdi.

Bilim insanları bu virüse Covid-CES (Chronic Earth Syndrome) adını vermişlerdi. Covid-19 virüsünün mutasyona uğraması sonucu ortaya çıkan Covid-CES virüsü, yakın kuzenine göre hem çok daha ölümcül hem de çok daha yayılmacıydı. Yalnızca birkaç hafta içinde neredeyse tüm dünyaya yayılarak insan nüfusunun %25’ine yakın kısmını yok etmişti. Kriz gün be gün tırmanıyordu ve alınan önlemlerin hiçbiri yeterli olmamıştı. İnsanların evden çıkmaması yayılımı bir nebze durdursa da hastalığın neden olduğu açlık ve derinleşen yoksulluk insanları ölüme mahkûm etmişti.

Virüs en çok yoksulları vuruyordu. Varoşlarda yaşayan insanlar, kanalizasyon işçileri, atık toplayanlar, seks işçileri ve temizlik görevlileri gibi kamuda çalışan işçiler en fazla kayıp yaşayan kesimdi. Bu insanlarla temas halinde olan beyaz yakalılar ise yaşam kalitesinin gittikçe düşmesi, moral bozukluğu ve işsizlik gibi sebeplerle hastalıktan en fazla etkilenen ikinci sosyal tabaka konumuna geldi. Sosyal izolasyon ve gelecek kaygısı anksiyeteye neden oldu ve gelişmiş ülkelerdeki intihar vakaları dramatik biçimde arttı.

Dünyanın her yanında gittikçe yükselen tansiyon, özellikle yoksul sınıfların öfkesini ve şiddete eğilimini artırıyordu. Öfke paniğe, panik ise isyanlara neden olmaya başlamıştı. Fakat hastalık, eğitimsizlik ve açlık gibi sebeplerle örgütlenemeyen kalabalıklar, içlerinde biriken tüm öfkeyi ya kendi yakınlarından ya da üst tabakalardaki kişilerden çıkarmaya başladılar.

Kalabalığın öfkesini dindiremeyen devletler, bazı şehirlerde zenginlerin villalarının basılması, büyük holdinglerin binalarının ateşe verilmesi ve yer yer linç ve tecavüz girişimlerinin sonrasında tek tek OHAL ilan etmeye başladılar. Hızla çöken ekonomik sistem, OHAL kararları sonrası yapılan iç güvenlik harcamalarının yükünü kaldıramadı. Bunun sonucunda ise askeri harcamaları finanse edebilmek için sağlık ve eğitim sistemine ayrılan kaynakları kullanmaya başladılar.

Gün geçtikçe büyüyen gerilim, devletleri daha fazla zor kullanmaya itti. İnsan hakları, dünyadaki tüm devletler tarafından askıya alındı. Küreselleşme son buldu ve ittifaklar bozuldu. Küresel şirketlerin faaliyetleri yasalarla kısıtlandı ve ulusal devletlere bağlandı. Emperyalist devletlerin tamamı, neredeyse tüm askeri üslerini kapatmak zorunda kaldılar. Artık herkes kendi başınaydı, amaç ise yoksul sınıfların öfkesinden ölesiye korkan azınlıkları güvence altına almaktı.

Burjuvazi, kendi ülkesindeki tüm siyasal kesimlerle anlaşma yoluna gitti. Artık her ülke, tüm siyasal taraflarıyla birlik ve bütünlük içindeydi. Salgın korkusu, ekonomik kriz ve gizlice örgütlenen siyasal hareketler, tüm devletleri en ilkel mekanizmalarına geri döndürmeyi başarmıştı: Savaş ya da kaç! Burjuva partilerinin hepsi tek bir çatı altında merkezileşerek bir araya geldiler. Bir taraftan salgını durdurmak için önlem almaya, diğer taraftan ise merkezi otoriteyi artırmaya çalıştılar. Birkaç ay boyunca sürecek olan bu kavga, yüz binlerce insanın ölümüne, binlerce faili meçhul cinayete ve bir milyondan fazla insanın sakat kalmasına yol açacaktı. Devlet salgını artık durdurulamaz hale gelmişti.

Dünyanın en kalabalık şehirleri hayalet kasabalara dönmeye başladı. Metrolar, vapur seferleri ve bazı otobüs hatları artık çalıştırılmıyordu. Dolmuşçular, taksiciler ve özel hizmet veren ulaşım şirketleri zarar ederek kapandılar. AVM’ler, kafeler, restoranlar, oteller ve tatil merkezleri ise kimsenin ayak sürmediği yerler haline geldi. Büyük şehirlerdeki nüfus, ölenler ve küçük şehirlere taşınanlar nedeniyle hızla azalmaya başladı. Artık emlak para etmiyordu, inşaat ve emlak şirketleri kapandı. Ev sahipleri kiraları ne kadar düşürse de artık kiracı bulamıyordu. Oturduğun yerden para kazanma devri çoktan kapanmıştı…

Bazı kimseler, elbette şanslı olanlar, köy ve kasabalardaki evlerine geri döndüler. Artık piyasanın ihtiyaç duyduğu en önemli şey yiyecek, ilaç ve temiz suydu. Bu insanların bir kısmı tarımla uğraşarak nispeten zenginleşmeye başladılar. Herkesten uzak bir şekilde, izole bir hayat yaşıyorlardı. Kimisi ise yalnızca kendi ihtiyacı kadar üretmeye ve fazlasını depolamaya başlamıştı. İnsanlık, yerleşik yaşamın henüz başladığı çağlara geri dönüyor gibiydi…

Elbette hayat herkes için bu kadar kötü değildi. Yazılımcılar, teknoloji şirketleri, genetik araştırmalar yapan bazı şirketler, ilaç şirketleri ve topraksız tarım yapan şirketler yükselmeye başlamıştı. Bazı şirketlerin değeri, süregelen ekonomik buhranda bile göz kamaştıran cinstendi. Fakat yine de bu şirketlerin hali, enerjisini son damlasına kadar harcayıp kendi içine çökmüş bir Nötron yıldızına benziyordu: Eski parlak günlerini geride bırakmış, soğuyarak yavaş yavaş yok olan bir Nötron yıldızı…

Kapitalizmin bu hızlı çöküşü, halkın bazı kesimlerine bir süreliğine umut vermiş olsa da gerçekleşen şey son derece kaygı vericiydi. Sağlık ve eğitim sisteminin bozulması, gıda ve temiz su tedarikinde yaşanan aksamalar ve devletlerin gittikçe artan iç güvenlik harcamaları toplumu yerle bir etti. Her şeye rağmen cılız bir şekilde direnmeye ve örgütlenmeye çalışan sol muhalefet, devletin verdiği şiddetli tepkilerle dağıldı. Artık kamunun çıkarlarını savunacak tek bir sol örgüt dahi kalmamıştı.

Üstelik egemen güçler, devletlerarası anlaşmalar yaparak ortaklaşa propaganda faaliyetleri yürütmeye başlamıştı. Burjuvaziyi ve otokrasiyi temsil eden yapılar, egemen devletlerin himayesi altında dünyanın her yanında gizlice örgütlenmişti. Devletlerarası mücadelenin yerini hükümetler arası mücadele almış ve sistem, güçlü olanın kendinden zayıf olana düzenlediği kontrgerilla operasyonlar ile devam eder hale gelmişti. Yüksek bütçeli askeri operasyonlar, yerini teknolojik imkânlarla desteklenen casusluk faaliyetlerine bırakmıştı.

Dünya, buzdağına çarptığı halde ilerlemeye çalışan Titanic’e benziyordu. Geminin her yanı su alsa da gemiyi en son terk edecek olanlar, dümeni ellerinde tutanlardı! Dışarıda ölen milyonlar, avantajlı grupların daha fazla paniklemesine ve evlerinde tıkılı kalmaya devam etmelerine neden oldu. Ülkelerin okumuş, aydın, dünyayı doğru bir pencereden okuyabilecek olan tüm kesimleri salgının yarattığı korku haline teslim oldular. Bu korku ve panik hali, devletlerin en canice uygulamalarına bile tepki gösterilmemesine neden oluyordu. Yolsuzluk, insan hakları ihlalleri, mültecilerin gözden çıkarılması, dini tarikatların artışı ve ekonomik sistemin üzerine gittikçe daha fazla çöken güvenlik harcamaları adeta dünyanın sonunu getiriyor gibiydi. Dünya artık koskoca bir cinayet mahalline dönmüştü.

Devletler, adil yargılanma hakkını insanların elinden tamamen almıştı. Dünyanın her yerinde muhalif gazeteciler, insan hakları aktivistleri ve direnişçiler açlığa ve hürriyetten yoksunluğa terk ediliyordu. ‘Big Brother’ şehirleri 7/24 izliyor, yapay zekâ ile donatılmış güvenlik uygulamaları fişlenmiş olan kimseleri tespit etmekte gecikmiyordu. Kamu düzenini ve ulusal güvenliği tehdit ettiği iddiasıyla yaka paça gözaltına alınan bu insanlar, hızlıca bölge mahkemelerinde yargılanarak idam ediliyordu. Devlet tarafından kamulaştırılmış olan TV kanalları ise, akşam haberlerinde bu kişilerin kimliklerini paylaşarak ‘teröristlerin etkisiz hale getirildiği’ haberlerini veriyordu.

İnternet üzerinden mesajlaşma hizmeti veren uygulamalar, başta egemen devletlerin istihbarat teşkilatları olmak üzere, neredeyse tüm devletler tarafından kontrol altında tutuluyordu. Web üzerinde aratılan her sözcük, mesajlaşma uygulamaları üzerinden gönderilen her ifade özenle inceleniyor ve yapay zekâ desteği sayesinde tüm yazışmalar deşifre ediliyordu. Özgür yazılımcılar tarafından yayınlanan VPN uygulamaları bir nebze gizlilik sağlasa bile, bu uygulamaların cep telefonlarında yüklü olduğu tespit edilen kişiler hakkında yasal işlem başlatılıyordu.

Dünya, gittikçe darboğaza girmeye ve oyun kurucuları tarafından yok edilmeye devam etti. Yoksulların ve orta sınıfın emek gücü sayesinde gelişen teknoloji, birkaç on yıl önceki hızında ilerlemese bile ilerlemeye devam etti. Yeni enerji kaynaklarının keşfi, mevcut olanların iyileştirilmesi ve yıllar süren baskıcı rejimlerin sonucunda insanlık yeni bir evreye girdi. Hızla azalan dünya nüfusu dünyadaki canlılığın yeniden gelişmesini sağladı ancak geri dönülemez noktada olan küresel iklim krizi nedeniyle dünyanın dengeleri değişti. Felaketler felaketleri doğurdu ve insanlık çağı, en azından Dünya üzerinde kapanmış oldu.