İlâh olan; yani tek olan, daha dünya ya da evren yokken, insanoğlunun canlı, cansız ya da metafizik olarak tanımladıkları henüz yaratılmamışken vardı. Henüz zaman, mekân ve varlık bilinmiyordu. Bunları ilâh olanın kendisi de bilmiyordu.
İlâh olan kendi varlığını sorguluyordu; nerede olduğunu,
orada ne kadar zamandır olduğunu, kendisi dışında bir başka varlığın olup
olmadığını. Etrafta başka birileri yok gibiydi. Kimse onunla ilgilenmiyor,
onunla konuşmuyor ve hatta görünmüyordu bile. Bu nedenle ilk olarak yalnızlığı
öğrendi ilâh olan. Yalnızlık, bilinmeyenin içinde bir başına olmak ve
mücadelenin yükünü tek başına çekmekti.
Bir an için yalnız başına kalmanın çaresizliğini hissetti
ilâh olan, çaresizliğin ne olduğunu öğrendi. Sonra büyük bir öfke belirdi
içinde. Çünkü ne yapacağını bilemediğini düşündü bir an için. Çaresizlik öfkeyi
doğurmuştu adeta. Fakat içinde bir yerlerde, kötü olarak addettiği bu hislerin
tam zıddının olduğunu da keşfetti. Çaresizlik yerini umuda bıraktı; öfke ise
sevince.
Umut, dayanma gücü vermişti ona. Ayrıca yalnızlığını
yıkma cesaretini ve içindeki bilgeliğe ulaşma azmini de. Kendi içine döndü
yavaşça, önce bir ayna yarattı ve kendisini görmek istedi fakat ayna boştu. Çünkü
o aslında hiçbir şeydi, aynı zamanda da her şey.
Sonra zamanı düşündü; bilgisi ve düşünceleri onu
geçmişinin sonsuzluğuna götürdü fakat aynı zamanda onu an’a getirdi. Sonsuz
zaman kadar yaşamış olanın bilgisine sahipti; lakin hiçbir şey eskimediğinden
ya da değişmediğinden geçmişten bahsedebilmek imkânsızdı.
Mekânı düşündü ilâh olan, ne bir yerdeydi ne de hiçbir
yerde. Varlığını taşıyanın büyüklüğü önemli değildi zira o her yerdeydi aynı
zamanda da hiçbir yerde. İlk olarak zamanı yarattı ve kendi varlığının
bilincine vardı. Zaman ilerliyordu ve akıp giden her an zihninden geçen
düşünceler değişiyordu. Zamandan sonra ise mekânı yarattı ve düşünsel varlığı
vücut buldu ancak bunlar yeterli değildi; bilinmek, keşfedilmek istiyordu ilâh
olan çünkü kudreti, başkaları tarafından görülmedikçe hiçbir önem arz
etmiyordu.
Neden sonra tekrar kendini düşündü
ilâh olan. Özüne kadar indi, varlığının farkına vardı ve iğne ucu kadar bir
noktadan parlayarak dört bir yana dağıldı. Adeta bilgisi kendisinden taşmıştı.
Yarattığının her bir noktasına varıp o noktayı şekillendirdi. Hem en mükemmeli
oynadı hem de en kusurluyu. İşte bu dengeydi.
Sen ilâh değil de bizim ıssız adadaki Robinson'u anlatmışsın :)
YanıtlaSil