7 Temmuz 2015 Salı

Gerçekliğin İzdüşümü: Sanal Evren

sanal evren gerçek mi


  Gecenin karanlığında, gökyüzünden göz kırpan sayısız yıldızı seyrediyorum. Öyle sayısız ki; dünyanın tüm sahilleri boyunca uzanan kum tanelerinden bile çok daha fazla. Düşünebiliyor musunuz? Bu, kapkaranlık bir boşluğa rastgele dağıtılmış gibi duran yıldızların akılalmaz sonsuzluğundan başka bir şey değil! Belki de bu yüzden seviyorum gökyüzüne bakmayı.

  Çocukken de böyleydim hep; biraz daha hayalperest sadece... Gökyüzünü delip geçebilecek bir merdiven düşlerdim mesela. Beni yıldızların bile üzerine çıkarabilecek bir merdiven... Bu sayede, koca cüsseli dağların bile ulaşmakta zorluk çektiği o noktaya erişmek isterdim. Uçakların üzerinden geçmek, bulutların arasında gezinmek, aşağıda kalan kuşlarla alay etmek ve en nihayetinde Tanrı'nın oturduğuna inandığım yere gitmek... Bazen, geceleri gökyüzüne baktığımda, benden önce yukarıya varmış olanların dünyanın etrafında dolaşıp yıldızları yerlerinden oynattıklarını düşünürdüm. "İşte bir yıldız kayıyor!" diye haykırıp, "Acaba bu minik yıldızı rahatsız eden de kim?" diye sorardım kendi kendime.

  Sonra biraz daha büyüyüp bilim kurgu romanları okumaya başlayınca, yıldızların dünyanın kubbesine çakılmış minik ışıklar olmadığını anladım. Onlar bizden daha uzaktalardı; dolayısıyla onlara erişmek için uzunca bir merdiven ya da Jack'in sihirli fasülye sırığı yeterli değildi. Uzunca bir süre bilim kurgu romanlarının sayfa aralarında hayal gücümü besleyen hikâyeleri okuduktan sonra, bilim dergilerine merak sardım. Artık hayal gücünün yerini, bilimsel gerçeklikler almıştı. İlk başlarda daha sıkıcı gelmişti, evet, ama daha sonra fark ettim ki uzayın kestirilemez sonsuzluğu baş döndürücüydü. Hayal gücüne güvenen birisi kesinlikle bilim dergileri okumalıydı!

  Lise hayatım boyunca kafamı kaldırmadığım bilim dergilerinin bana kattığı tek şey, bilimin bize sunduğu değerli bilgiler değildi tabii: Hayal gücümün zirvesindeydim adeta. Her bir kelimenin tınısını zihnimde hissedebiliyordum. Cümleler aklımın en akılalmaz noktalarında yankılanırken, kendimi bazen gaz devi Jüpiter'in fırtınalı sessizliği içinde boğulurken bazen de devasa yıldızların aydınlattığı nebulalar arasında gezinirken buluyordum. Uçan daireler, dört kollu uzaylılar ya da Alienler yoktu hayallerimin arasında; her şey tüm çıplaklığıyla bilimsel ve gerçekti. Yalnızca bir keresinde, olay ufkuna çok yakın seyahat ettiğim halde karadeliğin içine düşmeden dünyanın birkaç yüzyıllık geleceğine dönmüştüm. Artık ne ailem ne de arkadaşlarım kalmıştı...

  Üniversite yıllarımda ise çok daha fazlasını yaptım ve teorik fizikten yana kullandım seçim hakkımı. Yıllarımı Kuantum Mekaniği'ni anlamaya ve yeni teoriler geliştirmeye adadım. Sosyal hayatımdan, çevremden, eşimden, dostumdan olmuştum ama yine de hiç şikâyetçi olmadım yaşantımdan. Çünkü içimden bir ses en doğrusunu yaptığımı söylüyordu bana; kimdi, neydi, bilmiyordum fakat inanmak istedim ona.

  Neden sonra bir gün neyi, neden doğru yaptığımı anladım. Bir boşluktu içimde daralan, tıpkı Büyük Patlama'dan belki on milyarlarca yıl sonrasının evreni gibi... Her şey artık netleşmişti gözümde. Teknoloji hızla kendini yenilerken, biz insanoğlu yenileyemez olmuştuk. Sanal sunucuların getirdiği evren işe yaramıştı! Kuantum verilerinin yarattığı dalga, dini ve ilmi inançların kıyılarına çok sert vurmuştu.

  Aslında her şey, Kuantum Fiziği'nin ve Genel Görelilik'in başarıyla harmanlandığı gün başladı. Atom altı dünyanın fizik yasalarıyla atom üstü dünyanın fizik yasaları, aralarında hiçbir çakışma olmadan birleştirilmişti. Zaten teknoloji ve bilimdeki hızlı yükseliş bunu işaret ediyordu. Çok uzunca bir süredir, kendi kendini yönetebilen ve "gerçek zekâ" olarak tanımlanmaya başlanan yapay zekânın durdurulamaz gelişimi, bilim ve teknolojide çok büyük bir sıçrayışa yol açmıştı. Artık kuantum verileriyle işlem yapan bilgisayarlar, saniyede kentrilyonlarca işlemi yapma yeteneğine sahiptiler. Üstelik "kendi kendini geliştirebilme ve tamamlayabilme" modülünün keşfiyle, teknolojik gelişim için artık insanlara pek de fazla gerek kalmamıştı. Bilim adamları evreni anlamak için zaman harcamayı bırakıp, evreni anlayan yapay zekânın verilerini yorumlamaya başlamışlardı.

  Bu sayede atom altı ve atom üstü dünyanın fizik yasalarını, hiçbir açık kalmayacak şekilde formülize edebildiler. Nano teknolojinin de hızla gelişmesi sayesinde, en küçük canlılara bile müdahale edebilme fırsatını yakaladılar. Böylelikle her şeyi kontrol altına almaya başladılar. Mesela, anlık veriler ve kuantum bilgisayarların muhteşem hızlı analizleri sayesinde meteorolojiyi tahmini ölçümlerden sıyırıp, hava durumundaki değişimleri %99,9 doğrulukla ölçmeye başladılar.

  Bir müddet sonra dünyadaki her şey kontrol altındaydı: İstediğimiz yerde yağmur yağdırabiliyor, istediğimiz yerdeki bitki örtüsünü ve tarımsal üretimi şekillendirebiliyorduk. Depremler, heyelanlar ya da tsunamiler insanoğlunun felaketleri olmaktan çıkmıştı -burjuvazinin ve devletin gizli örgütlenmelerinin sahip olduğu ileri teknolojiyle yaratılan doğal afetler hariç-

  Dünyadaki ve galaksimizdeki pek çok noktanın kontrol altına alındığı bu dönemde, geriye yapılması gereken tek bir şey kalmıştı: Tanrı'yı bulmak! Tanrı'nın varlığı artık kanıtlanabilir miydi? Dindarlar ve Evrim Teorisi'nin sıkı destekçileri bu zamana dek hiç bu kadar karşı karşıya gelmemişti. İnsanlar işlerini güçlerini bırakmış, geçmiş zamanların popstar programlarının ya da dünya kupası maçlarının kat be kat üstünde etki yaratan bu tartışmayı izlemeye koyulmuşlardı. Tüm dünyanın gözü, Cern'de kurulan kilometrelerce uzunluktaki "Sanal Evren Oluşturucusu"na çevrilmişti. Kuantum verilerini kullanacak olan bu sistem, milyarlarca yıllık geçmişe sahip olan bu organik evrenin birebir kopyasını, sanal bir ortamda oluşturmaya çalışacaktı.

  Sistem aslında çok basitti: Ultra hiper hızlı kuantum bilgisayarlara, bilinen evrenin tüm fizik yasaları kodlanacak ve Büyük Patlama'dan başlayıp kainatın evrimsel gelişimi seyredilecekti. Kontrolün tümü bilgisayarlarda olacağından, zamanla ilgili bir kaygımız da olmayacaktı: Zamanda istediğimiz kadar geriye ya da ileriye sıçrayabilecektik. Ultra hiper kuantum bilgisayarlar, tüm verileri hızlı bir şekilde ileri sararak bizi geleceğe götürebilirdi!

  Sistem kurulduktan yaklaşık iki hafta sonra, Büyük Patlama'dan günümüze dek geçen süre sanal evrende oluşturulabildi. Bu süre zarfında, alternatif evrenlerin, karadeliklerin, gezegenlerin ve canlıların oluştuğu, evrimleştiği ve medeniyetler kurdukları keşfedildi. İnanılmaz bir şeydi bu! Artık insanoğlunun sanal bir evreni vardı! Bu sanal evren sayesinde çok daha fazla şey öğrenebilirdik. Örneğin: alternatif ya da paralel diye tanımlanan evrenler arasında nasıl geçiş yapabileceğimiz gibi ya da karadeliklerin incelenmesi, solucan deliklerinin açılabilmesi için gerekli enerji miktarının hesaplanması ve burada, gerçek evrenimizde yapamadığımız diğer her şey...

  İşte tam bu noktada, bilim sayesinde yaratılan uçsuz bucaksız "kopya" evrenin getirisi, insanları tam anlamıyla inançsızlığa sürükledi. Çünkü insanoğlunun oluşturduğu sanal evren, bizim "gerçek" olarak tanımladığımız evrenin aynısıydı. Üstelik, kısa bir sürede geliştirilen bir başka teknoloji sayesinde, dileyen kişiler sanal evrende bulunan dünyalara yolculuk edip "sanal gerçekliği" tecrübe etme şansını yakaladılar. Sanal evreni tecrübe edenlerden birisi olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki; aradaki farkı kesinlikle anlayamadım. Hatta birkaç gün yaşadığım bu sanal alemde, üst benliğimi neredeyse tamamen yitirip, yeni hayatımı benimsedim. Beni çekip çıkardıklarında uzun bir süre kendime gelemediğimi anımsıyorum. Aklımın bana oynadığı oyunları ve yaşadığım iki farklı hayatın anılarını birbirine karıştırışımı ise hiçbir zaman unutamayacağım.

  Eğer "sanal evreni" gerçekmişçesine tecrübe edebiliyorsak, orada bir hayat kurup çocuk sahibi bile olabiliyorsak, şu an içinde bulunduğumuz evrenin sanal olmadığını kim söyleyebilir? Ben gittim ve döndüm. Gittiğim yerde de insanlar vardı; üstelik benden ya da sizden hiçbir farkı olmayan insanlar... Onlar da medeniyet kurmuşlardı ve teknoloji üretebiliyorlardı. Onların dünyasında da sonbaharı gören yapraklar dallarından ayrılıyor, kuşlar yavrularına yiyecek getiriyor, bulutlar bir araya toplaşıp kıyameti koparırcasına göğü inletiyorlardı. Sanal gerçekliğin acımasızca öğrettiği bir şeydi işte bu! Aslında gerçek olan hiçbir şey yok! Ölümden sonra bir yaşam yok! Halkların devirdiği acımasız diktatörler intihar edip öldüklerinde onları yargılayacak bir kutsal mahkeme yok!

  Sanal evreni tecrübe eden insanlar, adeta akıl tutulması yaşıyordu. Hatta çoğu psikolojik destek almaya başladı ve bir kısmı intihar girişiminde bulundu. Herkes yaşadığı sanal hayatı sorgularken bilim adamları farklı bir şeyi sorgulamaya başlamıştı: Eğer biz sanal bir evrende yaşıyorsak bunu öğrenebilmenin bir yolu var mıydı? Derhal uluslararası bir toplantı düzenleyip bunu araştırmanın bir yolunu bulmaya çalıştılar. Sanal evrendeki zamanı ileriye alıp oradaki teknolojik gelişmeleri ve evrenin sınırlarını zorlayacak beyinleri keşfetmek için uğraştılar ancak nafile... Bilinen fizik yasalarıyla oluşturulmuş evrenin sınırını yine bu yasalar belirliyordu. Dolayısıyla sınırlı fizik kanunlarının evrimleştirdiği hiçbir canlı, bu yasaları aşabilecek bir teknolojiye ya da evrimsel gelişime ulaşamıyordu.

  Aynı şey bizim için de geçerliydi. Sınırları, belki de birileri tarafından çizilmiş olan bu üç boyutlu sanal evrende sıkışıp kalmıştık. Gerçeğin ne olduğunu asla kavrayamayacak ve bir üst boyutta, bizi her zaman kontrol eden akıllı canlıların sanal oyuncakları olmaya devam edecektik. Belki de sonsuz sanal evren içindeki bir başka sanal evrenin parçası olan bizler, Tanrı'nın varlığını ya da yokluğunu hiçbir zaman bilemeyecektik. Sonsuz tane daha soru soracak ve cevapları asla bulamayacaktık. O halde şu söze katılmamak elde mi: Cehalet mutluluktur!