İnsanlık, konakladığı gezegende pek çok değişime ve hatta geri dönülemez etkilere yol açtı. Hatta öyle ki bilim insanları bu devasa denilebilecek değişimi yeni bir jeolojik çağın başlangıcı olarak ilan etti: Anthropocene, yani insan çağı. Medeniyetin evrimi için önemli bir adım olarak görülen bu çağ, bize gelecekte ne gibi değişimlerin olabileceğini ve medeniyetimizin hangi noktalara kadar gidebileceğini işaret ediyor.
Kabaca elli ila kırk bin yıl öncesine kadar Dünya üzerinde pek
çok insan (homo) türünün yaşadığına dair önemli kanıtlar var. Homo sapiensis
(anatomik olarak modern insan, biz), Homo neanderthalensis (Homo sapiensler
yüzünden soyları tükendiği düşünülüyor) ve takma adı hobbitler olan Homo floresiensis (ortalama 1 metre boyundalar) bunlardan
birkaçını oluşturuyor. Fakat yaklaşık iki milyon yıl öncesinden başlayıp elli
bin yıl öncesine kadar uzanan süreçte, insan cinsine ait bu türlerden yalnızca
modern insan, yani homo sapiens evrimini sürdürerek hayatta kalabildi.
Diğer insan türlerinin iklim değişikliği, ormanlık alandan
savanaya çıkma veya volkanik patlamalar gibi sebeplerle ortadan kalktığı
düşünülüyor ancak bildiğimiz kadarıyla Neandertallerin soylarının tükenmesine
sebep olan olaylar zinciri biraz daha karmaşık. Modern insanın Afrika’dan çıkıp
dünyaya yayıldığı dönemde Neandertallerle karşılaşmış oldukları (ve hatta
çiftleştikleri) biliniyor ve durum, hastalıklar, rekabet ve diğer sebeplerle bu
insan türünü ortadan kaldırmış olabilir.
Elbette tüm suçu türümüze atmak son derece doğru değil. Neandertallere ilişkin bilgimiz, bize bu
türle ilgili çok daha fazla şey söylüyor. Örneğin, modern insana kıyasla
ormanlık alanlarda daha iyi avcı olan Neandertaller, Avrupa’da meydana gelen
iklim değişikliklerinden etkilenmiş ve ormanlık alanların küçülmesiyle yeteri
kadar avlanamamış olabilirler. Bunun yanı sıra, Bournemouth University’den John
Stewart’a göre modern insanların, baskı altındayken Neandertallere kıyasla yapabilecekleri
çok daha fazla şey var gibi görünüyor. Bu yenilik yapma ve uyum sağlama
yeteneğinin, bizleri evrimsel süreçte avantajlı konuma getirmiş olabileceği aşikâr.
Modern insanlar ve Neandertaller arasında fark yaratan bu
özellikleri çoğaltmamız mümkün; ancak konumuz bu olmadığı için daha fazla
uzatmayacağız. Burada kısaca anlatmak istediğimiz, medeniyetimize giden yolda,
mihenk taşı denilebilecek pek çok köşeyi geçmiş ve evrimsel olarak ilerlemiş
olduğumuzdur. Bizler, yani modern insanlar, artık doğadaki av değil apeks bir
avcı türüz. Gezegenin her yerine yayılarak kendi içerisinde tek tür olarak
varlığımızı sürdürmeyi ve dünyanın en uzak bölgelerinde dahi üreyebilmeyi
başardık. Bunu yaparken, biyolojik değil; jeolojik başarılarımızı kullandık. Kendimize
ev aramak yerine evlerimizi yaptık, hastalıklardan kaçınmak yerine onları
iyileştirmeyi öğrendik. Ve nihayetinde teknolojimiz ve ileri uygarlığımız
sayesinde dünyadaki tüm canlılar üzerinde baskın tür olmayı başarabildik. Bunun
sonucunda ise gezegenimizi yaşanamaz bir yer haline getirmeye başladık.
'Proceedings of
the National Academy of Sciences' adlı dergide yayımlanan araştırmaya göre
insanlar, yeryüzünde yaşayan tüm canlıların yüzde 0,01’ini oluşturmasına rağmen
gezegendeki vahşi hayvanların yüzde 83’ünün, bitkilerin ise yarısının yok
olmasına sebep oldu. Guardian gazetesinde yer alan habere göre, bakteriler
dünyadaki biyokütlenin yüzde 13'ünü oluştururken bitkiler ise yüzde 82 ile en
kalabalık grup. (BBC)
İnsan evrimine dair yazdığımız bu uzunca girişten sonra
artık medeniyetlerin evrimine geçebiliriz. Bunu anlayabilmemiz içinse öncelikle
medeniyetleri Tip I, Tip II ve Tip III olarak sınıflandıran ve 1964 yılında
Nikolai Kardashev tarafından yazılan Kardashev Cetveli’nden bahsetmemiz
gerekiyor.
Kardashev Cetveli
Nikolai Kardashev, olası Dünya dışı medeniyetleri
ürettikleri enerji miktarına göre sınıflandırmış ve ondan sonra gelen bilim
insanları da bu medeniyet tipleri üzerinde çeşitli düzenlemeler yapmıştı. Kardashev
Cetveli olarak anılan bu sınıflandırmanın ilk basamağında yer alan Tip I
medeniyetler ve sahip olabilecekleri teknolojiler yazı dizimizin de ilk
basamağını oluşturuyor.
Endüstriyel devrimin öncüsü olan James Watt’ın modern buhar
makinesini icadından bugüne çeyrek milenyum geçti. İlk buharlı tren 1804
yılında icat edildi, ilk uçak 147 yıl önce uçtu (11 saniye sürdü) ve radyo
dalgaları kullanılarak yapılan ilk iletişim 1898 yılında gerçekleşti. Bilimsel
gelişim her ne kadar insanlık tarihinin binlerce yıllık birikimi sayesinde
yavaş yavaş ilerlemiş olsa bile, son yirmi yılda yaşanan gelişmeler, bundan
önceki yüz yılda yaşananlardan kat be kat fazla! İlk cep telefonunun 1983
yılında üretildiğini düşünürseniz, ilk akıllı telefonlardan günümüze geçen
süredeki gelişimin hızını rahatlıkla kavrayabilirsiniz. İşte bu, bilimsel
gelişimin gittikçe hızlandığının en göz önündeki göstergelerinden birisi. Peki
bizden 100 yıl sonra ya da birkaç bin yıl sonra insan uygarlığı hangi
seviyelere gelecek?
Elbette insanlığın geleceğine (tabii bir geleceği var ise) ya
da olası uzaylı medeniyetlere dair üreteceğimiz bilginin bir kısmı bilim
kurgudan ibaret olabilir. Fakat Genel Görelilik, Kuantum Alan Teorisi vb. fizik
kanunları sayesinde fikirlerimize alt ve üst limitler getirebiliyoruz. Çünkü
keşfedeceğimiz medeniyetlerin gelişmişlik seviyeleri ne olursa olsun içinde
yaşadığımız üç boyutlu evrenin fizik kanunlarına bağlı olacaklar.
Sınıflandırma
Sınıflandırma yaparken elbette hayal gücümüzün sınırlarını
zorlamaya çalışmalıyız ancak dediğimiz gibi, hepimiz için işleyen fizik
yasaları çerçevesinde bu fikirleri sınırlandırmak zorundayız. Öncelikle
termodinamik yasalarını ele alalım.
Termodinamik yasaları gereği, evrendeki herhangi bir
gelişmiş medeniyet, teknolojik gelişimleri ne seviyede olursa olsun yoktan
enerji var edemez ya da enerjiyi yok edemezler. Bu enerjinin korunumu yasası
gereğidir. Bir diğer gerçekçi limitimiz ise maddenin yapı taşlarıyla
alakalıdır. Uygarlıkların enerji seviyelerini, tüm maddelerin yapı taşı olan
atomlar ve moleküller belirler.
Son olarak medeniyetlerin yaşam alanlarından bahsetmekte
fayda var. Ne biz insanlar ne de başka türler hiçbir zaman en yıkıcı güç
olamayız. Yeryüzündeki ilk canlılar ortaya çıktığından beri türlerin yüzde 99’u
tamamen yok olmuştur. Büyük bir volkanik patlama, buzul çağları, meteor yağmuru
(hatta yeterli büyüklükteki tek bir göktaşı dahi), süpernovalar (yıldız
patlamaları) ve gamma ışını patlamaları gibi doğal tehlikeler Tip II
seviyesindeki bir medeniyeti dahi rahatlıkla ortadan kaldırabilir. Yani yavaş
gelişen ve kendisini bu tip doğal olaylardan koruyamayacak düzeydeki tüm
canlıların ortadan kalkma ihtimali her an vardır.
Peki bu parametreler neden bu kadar önemlidir? Önemlidir,
çünkü bu parametreler bizlere her medeniyetin gelişimi için belirli bir zaman
aralığına sahip olduğunu ve bu zaman aralığının ise düşündüğümüzden çok daha
kısa olduğunu gösterir (Dünyanın 4,5 milyar yıl önce var olmaya başladığını
fakat ilk canlılığın sadece 3,8 milyar yıl önce ortaya çıktığını unutmayın.
İnsanlık ise sadece 300 bin yıldır var).
Kardashev Cetveli ve İnsanlığın Yeri
Orijinal Kardashev cetveli oldukça basittir. Buna göre;
Tip I (Gezegensel) Uygarlıklar, Dünya’daki enerji seviyemize
yakındır
Tip II (Yıldızsal) Uygarlıklar, yıldızların saçtığı
enerjinin ciddi bir bölümünü kullanırlar.
Tip III (Galaktik) Uygarlıklar ise içinde bulunduğu
galaksideki enerjinin ciddi bir bölümünü kullanırlar.
Kardashev Cetveli, görüldüğü gibi medeniyetleri oldukça kaba
bir şekilde sınıflandırmıştır. Örneğin bir uygarlık yüzlerce yıldız sistemine
yayılmış olsa fakat bir yıldızın enerjisinin yalnızca küçük bir kısmını
kullanabiliyorsa Tip I Medeniyet mi sayılacaktır? Öte yandan yıldız sistemini
terk etmemiş fakat yıldızının neredeyse tüm enerjisini kullanabilen bir
uygarlık Tip II mi olacaktır? Bu gibi sorunlar nedeniyle Kardashev’den sonraki bilim
insanları bu cetveli modernize etmiştir.
Örneğin Carl Sagan, uygarlık tiplerinin arasındaki
sınırları, medeniyetlerin kullandıkları enerjiye esnetmiştir. Buna göre Tip I
Uygarlıkların 10^16 Watt, Tip II Uygarlıkların 10^26 Watt ve Tip III Uygarlıkların
10^36 Watt enerji kullanmaktadır.
"2012
yılında Dünya’nın ortalama enerji tüketimi yaklaşık olarak 10’12 Watt olarak
gerçekleşmiştir. Bu ise bizi Tip 0,7 yapmaktadır."
Michio Kaku, “Geleceğin Fiziği” isimli kitabında bu tanımlamaları daha da detaylandırmış ve Tip I medeniyetler seviyesine gelebilmek için bir gezegene vuran güneş ışığını ve gezegenin sahip olduğu enerji potansiyelini kullanmayı, volkanlardan, havadan ve hatta depremlerden enerji elde edebilmeyi ve okyanuslara şehirler kurabilmeyi ölçüt olarak vermiştir.
Michio Kaku, “Geleceğin Fiziği” isimli kitabında bu tanımlamaları daha da detaylandırmış ve Tip I medeniyetler seviyesine gelebilmek için bir gezegene vuran güneş ışığını ve gezegenin sahip olduğu enerji potansiyelini kullanmayı, volkanlardan, havadan ve hatta depremlerden enerji elde edebilmeyi ve okyanuslara şehirler kurabilmeyi ölçüt olarak vermiştir.
Kardashev Cetveli’nin uzatılmış versiyonunda çok daha
ekstrem olan Tip IV ve V de eklenmiştir. Tip IV, içerisindeki evrenin bütün
enerji kaynaklarından faydalanabilen medeniyettir. Tip V ise bulunduğu evren ve
diğer evrenlerin bütün enerji kaynaklarından yararlanabilen tiptir. Fakat böyle
bir medeniyetin varlığı bile mümkün değildir. Var olmalarını geçtik,
varlıklarını kanıtlamak imkansızdır. Zira onların aktiviteleri bizim uzay/zaman
algımızın üstünde olacaktır.
Başka Dünyaları Sömürgeleştirmek
Diğer türlere nazaran, içinde bulunduğumuz dünyanın
kaynaklarını tüketme noktasında oldukça endişe verici bir yerdeyiz. Bir
taraftan teknolojimizi ve olanaklarımızı geliştirirken diğer taraftan dünyanın kaynaklarını,
kendilerini yenileyebilecekleri hızın çok üzerinde kullanıyoruz. Bunun en temel
nedeni son birkaç yüzyılda sağladığımız ilerlemelerin, evrimin ve adaptasyonun
hızının çok üstünde gerçekleşmesidir. Bilimsel ve teknolojik gelişimin ihtiyaç
duyduğu enerji talebi doğanın verebileceğinin üzerinde gerçekleştiğinden doğal
denge git gide sarsılmaya devam ediyor.
Dolayısıyla biz istesek de istemesek de insan kaynaklı ya da
insan dışı bir felaketle yok olmadığımız sürece başka gezegenlere yerleşecek ve
bu gezegenlerin kaynaklarını kullanmaya başlayacağız. Ancak ve ancak
teknolojimizi yeterli düzeyde geliştirebildiğimiz ve temiz enerji kaynaklarını
verimli kullanmaya başladığımız zaman kömür ve petrol gibi ilkel fosil
yakıtlara olan bağımlılığımızdan kurtulacak ve çevreye verdiğimiz zararı
engelleyebileceğiz.
Bize En Yakın Olanlar: Tip I
Hala çok büyük bir yüzdeyle fosil yakıtlara bağımlıyız ve bu
tip yakıtlar Tip I uygarlıklar seviyesine erişmemiz için gereken enerji
yoğunluğunu sağlamaktan çok uzaktalar. Peki neden fosil yakıtları kullanıyoruz?
Bağımlılığın en büyük sebebi bu yakıtların düşük teknoloji gerektirmesi ve bol
bulunabilir olmasıdır. Ayrıca, füzyon enerjisi ya da yenilenebilir enerji gibi
alternatif kaynakların geliştirilebilmesi için gerekli olan yüksek teknoloji,
başlangıçta fosil yakıt kullanımı ile yapılan üretimler ve nükleer fisyon
sayesinde mümkün olmuştur.
Tip I uygarlık seviyesine erişebilmemiz için günümüzde
kullanabileceğimiz veya yakın ve uzak gelecekte kullanabileceğimizi düşündüğümüz
bazı enerji kaynaklarından bahsedeceğiz. Her ne kadar Tip I uygarlığa çok daha
yakın olsak da buradaki bazı fikirler bizim ötemizde olacaktır. Tip II ve Tip
III uygarlık teknolojileri ise bariz enerji uçurumu sebebiyle hayal etmesi çok
zor teknolojilerdir.
"Michio Kaku’ya göre
insan türü 100-200 yıl içerisinde Tip I, 3000-4000 yıl içerisinde Tip II ve
100.000-1.000.000 yıl içerisinde Tip III sınıfına girebilecek."
Rüzgâr Enerjisi
Rüzgâr Enerjisi
Günümüz rüzgâr türbinleri büyük metropollerin ve sanayi
bölgelerinin enerji ihtiyacını karşılayabilecek yapıda değildirler. Ayrıca
kapladıkları alan ve bakım maliyetleri düşünülünce, ürettikleri enerjiden çok
daha fazla maliyet gerektirdikleri için bugün dahi tartışmalara konu
olmaktadırlar. Buna ek olarak yaygın kullanımda rüzgârdan daha fazla enerji
çalacakları için kaçınılmaz şekilde çevreye etkide bulunacaklardır.
Bulundukları bölgedeki canlılar için ölümcül olmaları,
rüzgârın yönünü değiştirmeleri ve sürekli enerji sağlayamamaları gibi
sebeplerle rüzgâr türbinlerinin kullanım alanı daima sınırlı olacaktır.
Yüksek İrtifa Rüzgâr
Enerjisi
Jet rüzgarları (Jet Stream) yerden 9-16 kilometre
yüksekliğindeki irtifalarda bulunan ve farklı yoğunluk ve sıcaklıklardaki hava
kümelerinin kesiştiği yerlerde, hızları saatte iki yüz kilometreye varabilen
rüzgarlardır. Bu güçlü rüzgarlardan enerji elde edilmesi şu anda araştırılmakta
ve birçok tartışmaya sebep olmaktadır. İyimser yaklaşımlar, jet rüzgarlarından
elde edilebilecek enerji ile iklime hissedilir bir etkide bulunmadan dünyanın
şu anki bütün enerji ihtiyacının karşılanabileceğini söylemektedir.
Bu rüzgarlardan faydalanmak için sağlam kablolara bağlı
uçurtma ve/veya helyum balonu benzeri araçlara bağlı rüzgâr türbinlerini bu
irtifalara çıkarmak gerekmektedir. Günümüzde de bunun için birçok deneme ve
test yapılmakta olduğundan, yakın gelecekte yüksek-irtifa türbinlerinin ilk
örneklerini görebiliriz.
Güneş Enerjisi
Güneşin enerji kaynağı, merkezindeki füzyon
reaksiyonlarıdır. Füzyon kısaca, iki atom çekirdeğinin birleşerek yeni bir atom
çekirdeği oluşturmasıdır. Füzyon, proton-proton birleşmesinden oluşur ve bu
birleşmenin olabilmesi için protonların çarpışması gerekir. Güneşin
merkezindeki yüksek sıcaklık ve basınç bu çarpışmayı mümkün kılmaktadır. Yüksek
sıcaklıkta hidrojen, elektronlarını kaybeder ve elektronlarını kaybeden
hidrojen atomları birbirleri ile çarpışarak helyum oluşumunu sağlar. Helyum
oluşumu sırasında yaşanan kütle kaybı ise enerji olarak açığa çıkar.
Biz bu enerjiyi günümüzde güneş ışığını odaklayarak ısı ile
buhar türbinlerinde elektriğe çeviren termal santraller ve enerjiyi direkt olarak
elektriğe çeviren fotovoltik elektrik panelleri aracılığı ile faydalanmaktayız.
Ne kadar yüksek ve neredeyse sonsuz bir enerji kaynağı olsa da çok düşük
verimlilik alabilmekteyiz. Güneş enerjisi de görece kurak ve az bulutlu
bölgelerde en yüksek verimliliğe ulaşabilir, teorik olarak bu bölgeler,
özellikle çöllere inşa edilecek santraller ile günümüz enerji açığını
karşılayabilir.
Dünya’da kullandığımız en verimli ticari fotovoltik paneller
yaklaşık yüzde 21,5 verimliliğe sahiptir. Yakın gelecekte verimliliği yüzde
50’ye kadar çıkartacak paneller için çalışmalar yapılmaktadır. Tip I sınıfına
kadar gelişmiş ve bizden yüzlerce yıl ileride bir uygarlığın kullanacağı
fotovoltik panellerin nanoteknoloji ve materyal bilimlerindeki gelişmeler ile
termodinamik verimlilik limiti olan yüzde 95’e ulaşmaları teorik olarak
mümkündür.
Böylesi bir uygarlık, gezegenin en fazla ışık alan
bölgelerini güneş panelleri ile kaplayıp elde ettiği enerjiyi süper
iletkenlerle gezegenin tümüne iletebilir. Burada önemli olan, üretilen
enerjinin panellerin bakımı, geri dönüştürülmesi vb. maliyetlerinden fazla
olması gerektiğidir.
Güneş enerjisi kullanımının en uç örneği, Güneş gibi bir
yıldızın çevresine binlerce kilometre çapında bir panel inşa ederek (Dyson
küresi) yıldızın yaydığı enerjiyi büyük oranda kullanabilecek bir yapının
oluşturulmasıdır. Bu yapı Tip I Medeniyetler seviyesine gelebilmek için gerekli
olan enerjiyi üretebilir.
Jeotermal Enerji
Dünya’nın çekirdeğinden yüzeyine doğru neredeyse eşit olarak
radyojenik ısınma ve radyoaktif bozunum kaynakları sonucu yaklaşık olarak 47
terawattlık bir enerji akımı transfer olmaktadır. Bu enerji, tektonik plaka
hareketlerinden ve dolayısı ile depremlerden de sorumludur.
Sadece yer kabuğunun derinlerindeki basınçtan veya çeşitli
seviyelerdeki ısı farklılığından elde edilecek enerji, bugün kullandığımız
toplam enerjinin kat be kat fazlası olacaktır. Ancak böyle bir enerjiyi
üretebilmek için bu seviyelerdeki basınca dayanacak materyallerin üretimi ve
yerin alt katmanlarına doğru kurulacak santrallerin bakımı gibi problemleri
çözmemiz gerekiyor.
Okyanus Termal Enerji
Dönüşümü (OTEC)
OTEC Yöntemi, okyanusların derinliklerindeki soğuk su ve
okyanus yüzeylerindeki sıcak suların ısı farklılıklarını bir ısı motoru
yardımıyla enerjiye çevirir. Bu işlem sırasında elektrik üretiminin yanı sıra
birçok deniz ürünü ve yüksek miktarda içme suyu elde edilebilir. Ayrıca
derinlerdeki çökmüş organik kalıntıların ve besin değeri artmış su kütlesinin
yüzey suyuna karıştırması canlı nüfusu için pozitif bir etkiye neden olacaktır.
Şu an bu yöntemi kullanan bazı test istasyonları mevcuttur
ve ilk demo santral, ABD enerji şebekesine bağlanan ve 2015’in ağustos ayında
Hawaii’de hizmete girmiş olan 105 kilowattlık bir elektrik santralidir.
Füzyon
Termonükleer füzyon enerjisi, yıldızların çekirdeğinde
üretilen enerjidir. Füzyon reaksiyonları, hafif elementlerin Coulomb gücü denen
birbirlerini itme eğiliminin, güçlü nükleer kuvvet ile aşılarak bir araya
gelmeleri ve başka bir atom çekirdeği oluşturmaları ile olur. Bu reaksiyon, bazen
nötron ve çok yüksek miktarda enerji açığa çıkarmaktadır.
Doğanın 4 ana kuvvetinden birisi olan nükleer kuvvetin, atom
çekirdeklerini birbirinden uzak tutan elektriksel itmeye üstün gelmesi için
atom çekirdeklerinin ısı ve/veya basınç etkisi ile birbirlerine oldukça
yakınlaşmaları gerekmektedir. Yıldızlarda bu gücü yaratan şey kütle çekimi
etkisi ile son derece sıkıştırılmış olan ve yıldızın merkezinde yer alan
çekirdekteki kuvvettir. Bu etkiyi füzyon santrallerinde yaratabilmek ise
günümüz teknolojisi ile pek mümkün (verimli) değil.
Yeterince gelişmiş medeniyetler daha karmaşık teknolojiler gerektiren
termonükleer füzyon enerjisine yöneleceklerdir. Muhtemelen bizim gibi evrende
bolca bulunan ve/veya üretilebilen, düşük enerji girdisine ihtiyaç duyan
döteryum-trityum ya da döteryum-döteryum yakıt çiftlerinden başlayıp
teknolojileri geliştikçe proton-boron-11, helyum-helyum ve döteryum-lityum-6
gibi çok daha muazzam enerji açığa çıkaran reaksiyonlara yöneleceklerdir.
Sadece dünyadaki mevcut yakıtların, füzyon altyapısını binlerce yıl
destekleyebilecek olması er ya da geç füzyonun bu gezegenin ve yeterince yakıt
bulunduran diğer gezegenlerin başlıca güvenli ve temiz enerji üretim yöntemi
olacağı anlamına gelir.
Antimadde
Maddeyi oluşturan atomun çekirdeğinde, nükleüs denilen
pozitif yüklü protonlar ve yüksüz nötronlar bulunur. Nükleüs çevresinde ise
negatif yüklü elektron veya elektronlar, sahip oldukları enerjiye göre çeşitli
yörüngelerde yer alırlar. Antimaddede ise antiprotonlar negatif yüklüdür,
pozitron denen antielektronlar ise pozitif yüklüdür.
Antimadde Dünya üzerindeki en nadir, üretimi en zor ve en
pahalı materyaldir. Altın ve elmas gibi nadir ve değerli materyaller, antimadde
yanında ancak çakıl taşı kadar değerlidirler. Üretim zorluğu ve yavaşlığı
sebebiyle 1 gram antimaddenin şu anki değeri yaklaşık 62,5 trilyon dolara denk
gelir. Antimaddeyi ikinci olarak gramı 27 milyon dolar ile Californium-252
elementi takip etmektedir. Bu nedenle şu an için enerji üretiminde tercih
edilebilecek bir yapıya sahip değildir.
Ancak antimadde üretiminin sürdürülebilir ve ekonomik bir
yöntemini bulan herhangi bir medeniyet için madde-antimadde reaksiyonları
başlıca enerji üretim yöntemi olacaktır. Bunun sebebi, güçlü bir altyapı ve
teknoloji gerektiren madde-antimadde reaksiyonlarının Einstein’ın E=mc^2
denklemine bağlı olarak maddenin tamamen enerjiye dönüşümüne olanak sağlaması ve
en yüksek enerji potansiyelini temsil etmesidir. Fakat bu reaksiyonlarda
enerjinin büyük bir bölümünün gamma ışınları olarak açığa çıkması büyük bir
problemdir ve enerji üretiminin verimini düşürür. Yine de bizden binlerce yıl
daha gelişmiş bir medeniyetin gamma ışınlarını da kullanılabilir enerjiye
dönüştürebileceklerini hayal edebiliriz.
Tip I Medeniyetler ve Ötesi
Bahsi geçen enerji kaynaklarından yalnızca birine yoğunlaşmanın
ve aşırı kullanımının çevre üzerinde olumsuz etkileri olacaktır. Bu nedenle tüm
kaynakların dengeli kullanımı ve tüm yöntemlerin verimli şekilde planlanması
ile Tip I medeniyetler seviyesine erişilebilir. Elbette Tip I Medeniyetler
seviyesine erişmek gerçek anlamda uygar olmanın bir göstergesi değildir. Bir
medeniyetin huzur içinde yaşayabilmesi için gıda, eğitim ve işsizlik
sorunlarını da çözmesi gerekir, bunun içinse nüfus planlaması ve eşitlikçi bir
ekonomik/politik düzen şarttır.
Tip I medeniyetler gezegenlerindeki yenilenebilir
kaynaklardan optimum şekilde faydalanabilir, uzay asansörleri inşa edebilir ve
çevre gezegenlere yayılabilirler. Bu seviyede bir medeniyet dünyalarını tehdit
edebilecek doğal felaketlerin çoğunu aşabilir, buzul çağlarının önüne geçebilir
ve sahip olacakları teknolojilerle yakın yıldızlara bile ulaşabilirler.
Tip I seviyesinden Tip II seviyesine uzanan yol çok daha
zorludur ve radikal enerji kaynaklarına ihtiyaç duyar. Bu tip bir medeniyet
yıldızları enerji kaynağı olarak kullanabilir ve yakınlardaki yıldız
sistemlerini kolonileştirebilir. Ayrıca yıldızları bir füzyon reaktörü olarak
kullanmakla kalmayıp onların kontrolünü dahi sağlayabilirler.
Tip III seviyesi ise çok daha muazzam bir enerjiyi açığa
çıkarır. Bu tip bir medeniyetin üreteceği enerji, Tip II uygarlığın yaklaşık 10
milyar katı kadardır. Yıldızlararası uzayda gezebilirler, galaksinin tümüne
yayılabilirler, kendi kendini kopyalayan robotlara ve insanüstü özelliklere
sahip olabilirler. Tip III seviyesindeki bir canlı sibernetik (hem biyolojik
hem robot) özelliklere ve bilgisayar/internet destekli bir beyne sahip
olacaktır. Ayrıca nanoteknolojik araçlar sayesinde hastalıklara
yakalanmayacaktır.
Michio Kaku, Robert Zubrin ve Carl Sagan gibi popüler
isimler, Tip IV ve Tip V medeniyetlerini de tanımlamışlardır. Tanımlamalara
göre Tip IV medeniyetler seviyesinde uzay-zamanı kontrol etme ve Tip V
seviyesinde uzay-zamanın dışına çıkarak çoklu evrenler arasında dolaşma gibi
güç ve yetenekler kazanılmıştır.
İnsanlık ne yazık ki henüz Tip I medeniyetler seviyesinde
bile değildir ve buraya ulaşmamız –o zamana dek kendimize bir zarar vermezsek–
100-200 yıl arasında bir zaman alacaktır. Tip I medeniyetler seviyesine ve
oradan ötesine ulaşmaya çalışıyorsak, öncelikli olarak yapmamız gereken şey
evimizi (doğayı) korumak sonrasında ise dünya üzerindeki tüm canlılar ve
insanlar için adaletli bir sistem kurarak herkesin bilgiye özgürce ulaşabildiği
bir dünyada bilimsel keşifleri desteklemeye devam etmektir.
Kaynaklar
BBCBu yazının kısa versiyonu, MMO İstanbul Şubesi tarafından her ay yayınlanan Makina Bülten'in Kasım 2018 sayısı için hazırlanmıştır.