Saat on ikiye geliyor. Dakikaların böldüğü bir üzüntüyle sıradanlaşıyor hayatım. Yine ayrılık, yine hüzün ama bu sefer suçlusu benim. İğrenç bir adam olmanın eşiğinden son anda dönerek, gerçekleri bir çırpıda ve en kolay şekilde söylemeye uğraşmış biri olarak benim.
Hayatın gönlümüze kıymık batırdığı bir dünyanın kıyısında yaşıyoruz sanki. Ya biri atıyor bizi o kıyıdan aşağı ya da biz birilerini itekliyoruz. Dünyanın en kahredici düzeni işte böyle ayrılıklarla şekilleniyor. İçimizi korkunç bir sis gibi kaplayan korkunun, hiddetin, aşkın, sevginin, şefkatin; iyi ve kötüye dair içimizde uyanan ne kadar his varsa, günümüzü iyi ve kötü eden ne kadar insan varsa, hepsinin üstesinden gelmeye çalışarak kaçıyoruz yaşamaktan. Yalnız kalma isteğinin dayanılmaz çekiciliğine kapılıp, yalandan ve dolandan arındırılmış gerçekliğin insanı aşağı çeken dalgaları arasında boğuluyor ve yarım kalıyoruz. Öyle ya, yalnız kalmak yarım kalmakla eş değer adeta...
Korkunç bir gerçekliğin ya da en azından gerçeklik sandığımız bir yanılsamanın kıyısına vurmuş olan cansız ruhumuzu harekete geçirmeye uğraşıyoruz. Yalanlarla, arkadan iş çevirmelerle, kendimize ait olmayan bir güzellik anlayışıyla paslandırdığımız; dokunarak, hissetmeyerek ve öyle düşündürerek kirlettiğimiz ruhumuzu beyhude yere palazlandırmaya çalışıyoruz. Bize gerekli olan asıl şeyi görmezden gelerek, sahte bir hayatın fiziksel yükü altında eziliyoruz.
Kötü biri olmadan yaşamaya çalışırken, elimizi ayağımıza dolayıp bocalıyoruz. Üstü kapalı sarf ettiğimiz güzel sözler ait olmadıkları yerlere yerleşmeye çalışırken her şeyi daha da berbat ediyoruz. Bunun için gerçekten ne kadar üzgünüz? Vicdanımız bizi ne kadar süre yakacak? Bu yazı bitene kadar mı? Sonra her şeye eskiden olduğu gibi devam mı?
Doğruyu söylemeye çalışırken bile söyleyemediğim, yanılmamaya ve yanıltmamaya çalışırken yanılttığım ve zamanımızı en güzel şekilde doldurmaya çalışırken boşalttığım için, aciz bir insan olarak üzgünüm...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder