♫ Fairport Convention - Autopsy
Kendimi yıllardır
uyuyormuşum gibi hissediyorum. Gözlerim hafif açık, hiçbir şeyi net
göremiyorum. Çalan şarkı oldukça tanıdık
geliyor fakat ne olduğunu bir türlü hatırlayamıyorum. İç sesimin bile kime ait
olduğunu bilmiyorum. Sahi, insanların iç sesi kendi sesleri midir? Eğer öyleyse
ve bu benim sesimse kendi sesimi dahi hatırlayamadığıma yemin edebilirim.
Tanrım, ben neyin içine düştüm böyle!
- Mr. Beltfort, sesimi duyabiliyor musunuz? Mr. Beltfort,
uyanın lütfen.
+ Uyanığım evet, kusura bakmayın gözlerimi bir türlü
açamıyorum. Neredeyim ben? Siz kimsiniz, lütfen söyler misiniz?
- Ben Doktor Robert Fuller, yanımdaki kişi ise asistanım
Betty. Bir süredir komadaydınız, şu an durumunuz iyi. Bir süre daha dinlenmeniz
gerekiyor. Gözleriniz birkaç saate kalmaz eskisi gibi görmeye başlar, hafızanız
içinse ne yazık ki birkaç güne ihtiyacınız olacak. O güne kadar size son derece
iyi bir şekilde bakacağımızdan emin olabilirsiniz.
+ Pekâlâ, Doktor Fuller, alakanız için teşekkür ederim fakat
sizden bir ricam olacak. Eğer mümkünse?
- Hayhay, buyurun çekinmeyin lütfen.
+ Lütfen çalan parçayı değiştirebilir misiniz? Ben daha çok
klasik müzik dinlemeyi tercih ederim, mümkünse Johann Strauss olsun. Tabii,
oğul Strauss elbette…
Johann Strauss II…
Tabii ya, Vals Kralı derlerdi değil mi onun için? Annemin adını dahi
hatırlayamıyorken Strauss'u hatırlamış olmak son derece garip. Acaba hangi
meslekle uğraşıyorum? Orkestra şefi miyim yoksa bir koleksiyoner mi? Acaba ne
koleksiyoneriyim? Belki de çok zengin fakat tembel bir adamımdır. Kim bilir? Gözlerimi
bir açabilsem en azından kendimi görme fırsatım olurdu.
Mr. Beltfort, yeterince zaman geçtikten sonra gözlerini
açmayı başarmış ve hatta kendisine dair bazı anılarını hatırlamaya başlamıştı.
Kendisi bir koleksiyoner ya da orkestra şefi değildi. Durumu görece iyi olan ve
birkaç yıl önce vefat etmiş anne-babasının evinde yaşayan, bekâr ve sefil bir
adamdı. Londra’da bulunan birkaç dükkân sayesinde para sıkıntısı çekmeden
yaşıyor ve tüm gününü felsefe, sanat ve biraz da bilimle geçiriyordu. Sınıfsal
çatışmalara olan ilgisi azdı, bu nedenle Marks ve Engels’le hiç tanışmamıştı.
- Bugün nasılsınız Mr. Beltfort? Duyduğum kadarıyla bazı
şeyleri yavaş yavaş hatırlamaya başlamışsınız.
+ Evet, çok şükür ki anılarım ait oldukları yere gelmeye
başladı. Anlaşılan geçmişe bir sünger çekmeyi başaramadım.
- Bağışlayın, ne demek istediğinizi tam olarak anlayamadım
Mr Beltfort.
+ Sünger çekmek… İngilizce eski bir deyimdir. Söyler misiniz
Doktor Fuller acaba kaç yaşındasınız? Kabalık etmek istemem ama İngilizlere de pek
benzemiyor gibisiniz.
- Hatırlayamadığım
kadar uzun bir süredir Manchester’da yaşıyorum Mr. Beltfort. Annem Hint babam
ise İtalyan asıllıdır.
+ Lütfen mazur görün, oldukça uzun bir zamandır uyuyormuşum
gibi hissediyorum. Ayrıca bazı gariplikler var gibi, anlamlandıramıyorum.
- Ne gibi gariplikler tam olarak?
+ Mesela tam şu anda, sanki farklı bir dil konuşuyor
gibisiniz. Yani, aslında sizi anlayabiliyorum ve eminim ki siz de beni
anlayabiliyorsunuz fakat kelimeleri telaffuz etme biçiminiz oldukça farklı
gibi. Aslına bakarsanız, bana buradaki herkes farklı bir dil konuşuyormuş gibi
geliyor. Bilmem anlatabildim mi?
- Mr. Beltfort, komadan henüz uyandığınız için böyle ufak problemler yaşamanız oldukça normal. Şimdi izninizle sizden kısa bir anamnez
almamız gerekiyor. Fakat öncelikle bana söyler misiniz, en son hatırladığınız
şey nedir? Yakınlarınızdan hatırladığınız birisi var mı, buraya sizin için gelen
birisinin olup olmadığını sormadınız.
+ Sormadım çünkü ben yalnız yaşayan bir adamım, yakın
olduğum kimse yok. İlk sorunuza gelirsek, en son hatırladığım şey hayatımın
geneline dair hatırladığım şeylerle aynı. Ben evden pek fazla çıkmayan
birisiyim.
- Peki, Mr. Beltfort, derin uykunuza dalmadan önce nelerle
meşgul olduğunuzu hatırlıyor musunuz?
+ Derin uyku mu? Komayı mı kastediyorsunuz? Sizi pek
anlayamadım.
- Mr. Beltfort, insan dondurmayla ilgili bir şey hatırlıyor
musunuz?
Aman Tanrım! Evet,
tabii ya! Birbirinden kopuk anılarım arasındaki uğursuzluğun sebebi bu
olabilir! Dondurulmuş insanlar… Tıpkı konserve kutusuna istiflenmiş balıklar
gibi durağan, bir sonraki konağını arayan virüsler kadar cansız ve binlerce yıl
hiç değişmeden duran kayalar kadar hissiz insanlar…
+ Tam iki yıl boyunca bu konu üzerinde araştırma yaptım.
Elbette kendim için… Artık zamanın ve mekânın anlamsızlaştığı, okuyacak hiçbir
değerli kitabın, izlenecek hiçbir güzel filmin ve gülünecek hiçbir zekice
esprinin kalmadığı zamanlarda yalnızca bu mesele üzerinde düşünüyordum. Tabii
ya! Birkaç kâğıt imzaladığımı, tüm malvarlığımı ise beni donduracak olan
şirkete bıraktığımı hatırlıyorum. Lütfen söyler misiniz, biz hangi yıldayız?
1970 yılında olmadığımızı anlamıştım, sanat yönetmeniniz her kimse pek de iyi
iş çıkartamamış.
- Mr. Beltfort, uyandığınızda panik olmamanız için sizi 1970
yılını simüle eden bir odaya taşıdık. Mazur görün, 1900’lerin üzerinden epey
zaman geçti. Elimizden bu kadarı gelebildi…
+ Doktor Fuller, eğer lafı dolaştırmadan hangi yılda
olduğumuzu söyleyebilirseniz çok sevineceğim! Bu arada lafı dolaştırmak da
oldukça eski bir deyimdir!
- Mr. Beltfort, 2576 yılındayız. Altı yüz yıldan fazla
süredir uyuyordunuz.
+ Aman Tanrım! Demek ki başardınız, dondurulan insanları
hayata geri döndürebiliyorsunuz! Bu harika bir haber!
- Evet bayım. Ayrıca şunu söylemek isterim ki hayata yeniden
gözlerinizi açmanız modern tıbbın en büyük zaferidir ve mutlulukla söylemek
isterim ki dondurulduktan sonra yaşama dönen ilk insansınız. Tebrikler!
Daha sonra Doktor
Fuller, birkaç gün boyunca hafif bir baş ağrısı, arada sırada gözlerde kanlanma
ya da baş dönmesi gibi sorunlar yaşayabileceğimi fakat tüm bunların geçici
olduğunu belirtti. Henüz bir sorun yaşamadım ancak gücümü kuvvetimi epey bir
kaybetmişim. Az buz değil tam 600 yıldır hiçbir kas lifimi kullanmış değilim.
Biraz egzersiz ve steroidle kendime gelebileceğim söylendi…
Her neyse, birkaç gün
boyunca odamın yakınlarında ve hastane bahçesinde dolaşabileceğimi ancak
dikkatli olmam gerektiğini söylediler. Günlerimi bahçede dolaşarak, bana
verdikleri çok eski dergi ve gazeteleri okuyarak ve kendi zamanımın TV şovlarını
izleyerek geçirmeye başladım –Her ne kadar TV’nin teknolojisine aşina olmasam
da kontrolün tamamen düşünceyle sağlanabiliyor olması beni son derece
rahatlattı.-
Daha sonra aslında
İngiltere’de değil; İngiltere’ye bağlı bir adada bulunduğumu öğrendim. Bana bu
bilgiyi veren kişi daha fazlasını söyleyemeyeceğini belirterek adanın ismini
vermekten kaçındı. Aradan geçen 600 yılda dünyadaki pek çok yerin isminin değişmiş
olabileceğini hesap edebiliyorum. Benden her şeyin bu kadar titizlikle
saklanıyor oluşunu bir türlü anlamlandıramıyorum. 600 yıl sonra derin uykusundan
uyanmış birisini hangi bilgi şoke edebilir ki?
Burada birkaç gün daha
geçirip de bazı kimselerle ahbap olmaya başladıktan sonra, ada ve dünyamız
hakkında daha fazla bilgi edinmeye başladım. Üzerinde bulunduğumuz ada ‘Hibrit
Adaları’ denilen ve İngiltere’ye bağlı olan yapay bir adalar grubunun en büyük
üyesiymiş. Burada bulunan ve birkaç özel şirket tarafından işletilen hastane
ise yalnızca ultra zengin kişilerin ya da özel izinli hastaların kabul edildiği
bir yermiş. Bana ayrıca adaların yasal olarak İngiltere’ye bağlı olduğunu fakat
özerk bir şekilde işletildiği söylediler. Anladığım kadarıyla, Hint
Okyanusu’nun ortasında bulunan bu yapay adalar, birilerinin yasa dışı işlerini
hallettiği bir lokasyon konumunda…
Neden sonra bir gün, yine
hastanenin avlusunda dolaştığım bir esnada, George adında birisi ile tanıştım
ve kısa sürede ahbap olduk. Her ne kadar kendisi hakkında pek bir şey
konuşmuyor olsa da bana içinde bulunduğumuz dünya ile ilgili epeyce bir şey
anlattı.
George’nin dediğine
göre, 2020’nin başlarında tüm dünyaya yayılan bir virüs tarihin akışını köklü
bir biçimde değiştirmiş. O kadar ki “İsa dahi tarihin yönünü bu kadar
değiştirememişti.” diye söylenmişti kendi kendine. Öncesinde, SSCB’nin dağıldığını,
ABD’nin küresel bir aktör haline geldiğini ve dünyayı kendi çeperinde
globalleştirdiğini anlattı durdu. Ancak 2020’nin başlarında meydana gelen bu
büyük felaket küreselleşmenin önünü tıkamakla kalmayıp son 30 yılda değişen
yaşam biçimlerini de tersine çevirmeyi başarmış. Hastalıktan zor bela
kurtarılan büyük kentlerdeki nüfusun çoğu eridikten sonra, tüm ülkeler
özellikle büyük şehirlere giriş çıkışları izne bağlı kılmaya başlamış. Yani bir
nevi feodal sisteme dönmüş dünya.
Zamanla, insanlar arasındaki dil, din, ırk ve mezhep gibi farklılıklar bir kenara atılmış ve
insanlar ‘içeridekiler’ ve ‘dışarıdakiler’ olarak ayrışmaya başlamışlar. İçeridekiler;
yani daha çok yazılım, sanat, beyaz yaka işleri veya nitelikli işçilerden
oluşan insan toplulukları büyük şehirlerde ve her şeyden izole bir şekilde
yaşamaya başlamışlar. Dışarıdakiler ise tarım, hayvancılık, zanaat ve diğer
işlerle uğraşan, şehirlere girmeye izni olmayan ya da çok kısıtlı olan
kişilerden oluşuyormuş. Şehirlere girişler iki ya da üç büyük sınır kapısından
sağlanıyor ve geri kalan alanlar beton duvarlar, doğal engeller veya çift katlı
çelik tel örgülerle dış dünyadan yalıtılıyormuş.
Bir süre sonra, her
büyük şehrin kendine ait bir ekonomisi, kültürü ve bilimsel birikimi olmaya
başlamış. Belediye başkanları, devlet yöneticilerinden daha ayrıcalıklı ve
güçlü konumlara gelmeye başlamışlar. Politika değişmiş, mizah değişmiş, yaşam
biçimleri değişmiş… Şehirler gün geçtikçe dikey biçimde büyümeye devam etmiş,
öyle ki George’nin dediğine göre, koskoca bir ömrü hiç toprağa basmadan geçiren
insanlar yaşamış şu dünyada…
Dışarıdakilerin hayatı
oldukça zormuş; hiçbir şehrin vatandaşı olmadıkları için sosyal güvenceden
yoksun bir şekilde yaşıyor, kendi gıdalarını kendileri üretiyor ve şehirdeki
teknolojiyi en az 50 yıl geriden takip etmek zorunda kalıyorlarmış. Ayrıca
adına internet denen ve kişisel bilgisayarları birbirine bağlayan ağı sınırlı
şekilde kullanabiliyor, şehirlilere tanınan ayrıcalıkların uzağında
yaşıyorlarmış.
Aralarından bazıları,
büyük şehirlere gizlice girmek için her yolu denemişler. Bu kişilerin çoğu 7/24
devriye gezen yardımcı polis robotlarına yakalanarak sınır dışı edilmiş –daha da
kötüsü öldürülmüş– ya da kaçmaya çalışırken sakatlanarak, hayatlarına bakıma
muhtaç şekilde devam etmek zorunda kalmışlar.
İçeridekilerin durumu
ise pek farklı değilmiş; yalnızca zenginler ya da aristokratlar neredeyse tüm
kuralların dışında yaşayabiliyorlarmış. İçerideki insanların her biri sosyo-ekonomik
durumlarına göre yaşayabilir ve bir alt ya da bir üst sınıra yaklaşamazmış.
Örneğin bir öğretmenin, bir mühendisin ya da bir tüccarın gidebileceği belirli
yerler varmış. İnsanlar durmaksızın kontrol edilerek gittikleri yerler rapor
ediliyormuş. Kanunlara aykırı davranmanın cezası ise bir hafta ile bir yıl
arasında ev hapsine alınmakmış (ayrıca ceza bitene dek tüm sosyal haklar askıya
alınıyormuş).
Bu kontrolü ise deri
altına yerleştirilen mikroçipler sayesinde yapıyorlarmış. Bu mikroçipler,
bireyin doğumundan ölümüne dek vücudunun belirli bir yerinde durmaksızın
çalışır ve kişilere ilişkin çeşitli verileri şehir merkezindeki ana bilgisayara
gönderirmiş. George’a mikroçipin hangi verileri gönderdiğini sorduğumda bana, sağlık
verileri, konum izleme, duygusal veriler –yani heyecan, üzüntü, stres gibi
anlık durumlar– ve hatta düşüncenin bile gönderilebildiğini söyledi.
George bana dünyada
artık hiç savaş yaşanmadığından, genellikle gıda ya da temiz su sorunu çekilmediğinden
ve dünya nüfusunun eskiye göre yarı yarıya azaldığından söz etti ve ekledi: “Dünyadaki
en büyük sorunun insanın açgözlülüğü olduğunu anladık ve sistemi değiştirdik.
Eskiden herkesin her şeye ulaşabileceğini, yeterince çalışan ya da yeterince
şanslı olan herkesin zengin olabileceğini anlatırdık. Artık bunların hiçbirisi
yok; zenginlik yeniden tüccarların ve aristokratların elinde. Dünyamız bu
sayede nefes almaya başladı.”
“Fakat” dedim,
“Yalnızca insanlara hayal satabildiğiniz sürece onlara istediğiniz her şeyi,
sanki kendileri istiyormuş gibi yaptırabilirsiniz. Hayal olmazsa üretim olmaz,
köle gibi çalışmaya gönülden inanarak yaşayan insanlar olmaz.” George bir an
bile duraksamadan, sözlerimi henüz bitirmişken şunu söyledi: “Eskiden insanlara
hayal satıyor ve sistemin döngüsünü sağlıyorduk, evet. Fakat şimdi onlara daha
korkunç bir şey satıyoruz: Korku. Daha önce hiç kedi beslediniz mi Mr. Belfort?
Eskiden bir kedim vardı, daha yavruyken almıştım. Ona evde o kadar güzel baktım
ve onu dışarısıyla o kadar korkuttum ki, hayatının geri kalanı boyunca asla
kapı eşiğinden dışarı adım atmadı. Anlıyor musunuz Mr. Belfort? Adım atacak
cesareti hiçbir zaman bulamadı.”
Rüyalar ülkesi
Amerika… Bizim zamanımızda böyle derlerdi; dizilerde, filmlerde ve kitaplarda
ABD propagandası böyle yapılırdı. Rüyalar ülkesi, özgürlüğün ülkesi, herkesin
istediği her şeyi yapabildiği tek yer… Anlayabiliyorum, çağ değişmiş, strateji
değişmiş, koşullar değişmiş. Eskiden ütopya pompalayan devletler artık distopya
pompalar hale gelmişler.
- Mr. Beltfort, dünyamız hakkında yeterince bilgi
edindiğinize göre, artık neden burada olduğunuzu ve benim kim olduğumu
öğrenmenizin de zamanı gelmiştir. Ben Prof. Dr. George Ohmwell, sinirbilimleri
ve nöro-biyomekanik uzmanıyım. Aynı zamanda bu hastanenin de sahibiyim. Size,
şu an içinde bulunduğunuz bedenin aslında iyi bir replika olduğunu söylemeyi
arzu ederim.
+ Ne demek istiyorsunuz? Neler oluyor burada?
- Hastanemizde pek fazla hasta olmadığını fark etmiş
olmalısınız. Aslında bu hastane de gerçeğinin bir replikasıdır. Bir şeylerin
gözünüze farklı görünüyor olmasının sebebi de tam olarak bu. İşte, karşımızda
duran okyanus gerçek değil yalnızca 3 boyutlu bir görüntü. Aslında bakarsanız,
biz de şu an hastanenin avlusunda değiliz, aslına bakacak olursanız biz hiçbir
yerde değiliz. Yalnızca küçük, karanlık bir odada birbirimize bağlı bir şekilde
yaşıyoruz. Süper hızlı bir bilgisayar tarafından oluşturulan bir simülasyonun
içinde…
Şok içindeydim,
başımdan aşağı kaynar sular inmişti. Profesörün söylediği şeylerin çoğunu
anlamlandıramıyordum. Ne demekti simülasyon? Yani aslında var olmayan bir yerde
miyim? Hafızamın tekrar silinmeye başladığını hissediyorum. Dizlerim yere
iniyor, sanırım ayakta duramıyorum.
- Lütfen sakin olun Mr. Beltfort, bırakın son anlarınızda
size olan biten her şeyi açıklayayım. 600 yıl boyunca dünya çok hızlı
evrelerden geçti. Biz, yani aristokratlar ve zenginler, insanları birbirinden
yalıtmaya başladıktan ve kontrolün çoğunu ele aldıktan sonra bazı –naif
olmayan– olaylar yaşandı. Kontrolümüz dışındaki bazı bölgelerde isyanlar
gerçekleşti ve bunların çoğunu kimsenin burnunu bile kanatmadan bastırmayı
başardık. Ancak her alanı kontrol etmenin maliyetleri başa çıkılamaz olduğundan,
bazı bölgeler karanlık haritalara dönüştü. Buralarda yaşayan insanlar ise
örgütlenmeye ve bize karşı birleşmeye başladılar. Şu an halen teknolojileri her
ne kadar eski bile olsa, aralarındaki bazı dâhilerin ve şehirlerde yaşayan
hainlerin de katkılarıyla geleceğimiz için tehdit unsuru olmaya devam ediyorlar.
Açık konuşmak gerekirse kaynaklarımız son derece az ve
dışarıda ne kadar insan yaşadığını bilmiyoruz. Onlarla açıkça savaşamayız çünkü
bu savaşı insansız veremeyiz. Ayrıca sivil halkın zarar görmesi itibarımızın
zedelenmesi anlamına gelecektir. Bu nedenle örgütlerin liderliğini yapan ya da
yönetici kadrosuna kadar yükselmiş olan kişileri gizli operasyonlarla şehre
taşıyoruz. Fakat onları diri şekilde ele geçirme şansımız pek olmuyor, bir
şekilde ele geçirsek bile çeşitli yöntemlerle intihar etmeyi beceriyorlar. Bu
yüzden onları yeniden hayata getirerek zihinlerini haritalandırabilmek
istiyoruz.
+ Böylece onlardan istediğiniz tüm bilgiyi zor kullanmadan
alabilirsiniz ve bu nedenle beni kullandınız. Kendime ait olan tüm anıları
burada, bu sahte dünyanızda yeniden inşa ettiniz. Peki, ama neden ben? Neden
ölmüş bir başkası değil de ben?
- Mr. Beltfort, bu dünyada artık kimse ölmüyor. Ben yaklaşık
200 yıldır yaşamaktayım ve hala dimdik ayaktayım. Anlatabildim mi?
+ Peki ya şimdi ne olacak? Bu ucuz ve ucube deney farenizle
ne yapacaksınız?
- Zihninizin haritalandırılması işlemi tamamlandıktan sonra
bilincinizi bir bilgisayara aktaracağız. Bedeniniz yakılarak imha edilecek,
şuurunuz ise Ortak Akıl Merkezi’ndeki ana bilgisayara yüklenecek. Burada
yüzyıllar boyunca, mutlu, huzurlu ve umut dolu bir hayat yaşayacaksınız. Tek
yapmanız gereken ise, bilgisayarın çözümleyemediği, analitik olmayan durumları
çözümlemek olacak. Yani duygusal verileri işleyeceksiniz. Günde yalnızca 6 saat
çalışacak, geri kalan zamanı ise doyasıya eğlenerek geçirebileceksiniz. Uykuya,
yemek yemeğe ya da tuvaletinizi yapmaya ihtiyacınız olmayacak. Dilediğiniz
kadar sevişebilir, zevk için yiyebilir ve sarhoş olabilirsiniz. Buradaki fizik
kuralları orada da geçerlidir ve sizi temin ederim simülasyonumuz son derece
başarılıdır. Aradaki farkı anlamayacaksınız bile.
+ Beni, kendi vatandaşlarınızın duygusal durumlarını takip
edip onları fişlemem için görevlendiriyorsunuz! Peki ya bunları istemezsem, ya
reddedersem? O zaman ne yapacaksınız, zorla mı yaptırmayı düşünüyorsunuz?
- Hayır, Mr. Beltfort. Bizler kimseye, asla zorla bir şey
yaptırmayız. İnsan hayatına ve insanın kararlarına saygı gösteririz. Önünüzde
iki yol olacak: Ya bizimle işbirliğini seçer ve yaşamaya devam edersiniz ya da
bilinç kipiniz sonsuza dek kapatılır ve ölürsünüz.
+ Söylediklerinizin hepsi bir palavra! Sahte bir dünya,
aslında olmayan bir yer!
- İnançlı bir adam olduğunuzu biliyorum Mr. Beltfort. Yıllar
boyunca, aslında var olmayan bir Tanrı’nın cennet vaatlerine inandınız ve ölümden
sonraki yaşama olan inancınızla hayatınıza devam ettiniz. Fakat dirilmenizden
sonra gördüğünüz şey bir Tanrı değil, sizin gibi bir insan! Üstelik size, Tanrı’nınkiyle
aynı vaatlerde bulunan bir insan… Şimdi söyleyin, benim vaatlerimi Tanrı’nın
vaatlerinden daha az değerli kılan şey nedir? Sizce ölümünden sonra diriltilmiş
ve yeniden bedenlenmiş bir kişi, hala aynı kişi midir? Yoksa onun başarılı bir
replikası mıdır? Yaşam nedir, ölüm nedir, bilinç nedir? Tüm bunları düşünmenizi
rica ediyorum Mr. Beltfort. Daha sonra önünüzde bulunan iki kapıdan birini
seçerek, ebedi istirahatiniz ya da ebedi yaşamınız arasında seçim
yapabilirsiniz. Hoşça kalın!
------------
♫ ------------
Day One - Hans Zimmer (Interstellar)
Light of the Seven – Ramin Djawadi (GOT)
The Treason of Isengard - Howard Shore (LOTR)
Prophecy - Adrian Von Ziegler
Light of the Seven – Ramin Djawadi (GOT)
The Treason of Isengard - Howard Shore (LOTR)
Prophecy - Adrian Von Ziegler