18 Kasım 2021 Perşembe

Aşk: Hikayenin Başı

aşk nedir, neden aşık oluruz, aşkın bilimi, aşk nasıl hissettirir

"Yalnızca sabredenler hikayenin sonunu öğrenebilir."

Ne ilginç şey değil mi yaşamak? Yaşamaktan kastımız nefes almaksa, dokunmaksa, yemek yemekse, üremeyse veya hareket etmekse pek fazla ilginç sayılmaz elbet... İlginç olan şey anın farkında olmak, o anla bütünleşmek, geriye doğru saymakla meşgul olmak, yitip gideceğini bildiğin her saniyenin kıymetini anlayarak o anların hazzını tatmak yalnızca. Ağaçtaki yapraklara esir düşmüş bir tırtılın, savanada avlanan bir aslanın veya plajdaki kumların arasında kaybolmuş bir sürüngenin anı deneyimlemesi ile insan gibi bilişsel yetenekleri gelişmiş canlıların anı deneyimlemesi kesinlikle aynı şeyler değil. Çünkü bilişsel yeteneklerin üzerimize bindirdiği o duygusal yük, doğadaki başka hiçbir canlıda bulunmayan bir takım sihirli hissiyatlara ve davranışlara sebep oluyor. Aşk gibi...

İnsanlık tarihine kabaca göz attığımızda, bundan on binlerce yıl önce yaşamış olan ilkel toplumlarda aşk denilen bir kavrama rastlanmadığını görüyoruz. Bunu, bilimin yalancısı bir birey olarak söylüyorum: Aşk, modern toplumun icat ettiği bir kavram ve insanın toplumsal şekillenişi nedeniyle vuku buluyor. Son zamanlarda bu konuyla biraz ilgili olduğum için, internette aşk ve aşık olan kişinin biyolojik/psikolojik değişimleriyle ilgili birçok video izledim ve bazı dokümanlara göz attım. Sonuçlar hepsinde ortak: Aşk ve saplantı hali biyolojik anlamda benzer etkilere yol açıyor ve kişileri neredeyse tamamen aynı şekilde etkiliyor. Psikolojik süreçlere bakıldığında ise, kişiler çok yüksek oranda tanımadıkları insanlara aşık oluyor, çünkü ilk etapta sizi etkilemiş ve dikkatinizi çekmiş bir kişiyi ancak ve ancak tanıdığınız noktaya kadar idealize edebiliyorsunuz.

Bu iki kısa bilgiyi birleştirdiğimizde, aşkın biyolojik ve psikolojik tanımını aşağı yukarı şuna benzer bir şekilde yapabiliriz sanırım: Aşk, tanınmayan kişinin idealize edilmesi (kusurlarının görünmemesi) ile ortaya çıkan, psikolojik olarak saplantılı bir duruma geçmemize sebebiyet veren, biyolojik olaraksa belli başlı hormonların salgılanması neticesinde geçici bir süreliğine huyumuzun suyumuzun değişmesine neden olan bir ruh hali. Her güzel şeyde olduğu gibi aşktaki bu değişimler de oldukça kısa süreli... Kısa süreli diyorum çünkü yine izlediğim birkaç videoda, aşık olma durumunun birkaç aylık bir süreçten öteye gidemeyeceği özellikle vurgulanıyordu. Kendi tecrübelerimden yola çıktığım vakit tamamen aynı sonuçlara ulaştığım için bu bilgiyi kendi adıma teyit edebileceğimi rahatlıkla söyleyebilirim.

Peki neden aşık oluyoruz veya neden böyle bir şeye gereksinim duyuyoruz? Aşk neden modern toplumlarda ortaya çıktı? Bilimsel metotlar aşkın aslında var olmadığını kanıtlayabilir mi? Bu sorulara yanıt verebilmek için biraz geriye, ilkel çağlara gitmemiz gerekiyor. İlkel komünal olarak anılan eski toplumlarda, kabileler halinde yaşayan insanların küçük çocukları hep birlikte büyüttükleri biliniyor. Bu dönemlerde, bir çocuğun annesinin kim olduğu bilinirken, babasının kim olduğu bilinmiyordu. Kaldı ki kadının gebe kalmasını sağlayan asıl şeyin, erkeğin cinsel organından çıkan meni nedeniyle olduğunun keşfine kadar muhtemelen erkeklerin ne işe yaradıkları dahi bilinmiyordu. Herkesin herkesi yakınen tanıdığı bu kısıtlı topluluklarda özel mülkiyet kavramının ve soyun devamı gibi -modern zamanlara ait- geleneklerin olmayışı, toplumsal yaşamda cinselliğin tamamen doğal şekilde yaşanmasını sağlıyordu. Özel mülkiyet kavramını bilhassa vurgulamak istedim, çünkü bana kalırsa aşkın ve elbette evliliğin, kişilerin birbirlerini bir nevi mülk haline getirme çabalarından kaynaklandığını düşünüyorum.

İlkel toplumlarda herkes herkesin çocuğuyla ilgilendiği için annelik, babalık vb. kavramlar ortada bile yoktu. Fakat özel mülkiyetin insanlık tarihine girişi ve erkek egemen sistemin kurulmaya başlanması neticesinde "babalar" hangi çocuğun kendi çocuğu olduğuyla ilgilenmeye başladı. Bu durum, herkesin bildiği üzere kadının eve kapatılmasına, toplumsal açıdan yok sayılmasına sebep oldu. Kadınlar artık yalnızca eşlerine çocuk vermekle yükümlü birer öge halini aldılar.

Bu durum kadın ve erkek arasındaki ilişkilerin tamamen değişmesine ve toplumsal roller arasındaki farkların git gide açılmasına sebep oldu. Fakat buna rağmen -yanlışım yoksa- 18. yy'ın ortalarına dek toplumsal hayatta halen modern anlamda bir aşk kavrayışı bulunmuyordu. Tarihi, Roma dönemine kadar giden evlilik ise çoğunlukla iki erkeğin stratejik ortaklığından ibaret olan yasal bir zorunluluk, bir bağ idi.

Aşk kavramı, Orta Çağ'ın ardından kurulan yüksek nüfuslu kentlerde ortaya çıkmaya başladı. Kent yaşamı bu anlamda son derece önemlidir, çünkü köyler ve kasabalar gibi düşük nüfuslu yerlerde insanlar birbirlerini tanır ve bu, aşkın önünde büyük bir engel oluşturur. Bunun nedeni yukarıda da belirttiğimiz üzere aşkın, bilinmeyen kişilere duyulan bir takıntılı ruh hali olmasıdır. Kişi ne kadar az biliniyorsa o kadar fazla idealize edilebilir ve idealize edildikçe hayranlık artar. Aşkın oluşabilmesi için hayranlık ve bilinmezlik son derece önemlidir. Yeni tanıştığınız bir kişiyi düşünün: İlk etapta görsel olarak çekici buldunuz ve yavaş yavaş iletişime geçerek kendisi hakkında -size gösterdiği kadarıyla- bilgi edinmeye başladınız. Bir takım ortak noktalarda buluştunuz, iletişimi devam ettirebilmek için ortak beğeniler üzerinden sohbet etmeye devam ettiniz... Bu durumda merakınız da gittikçe artmaya başladı ve kendisiyle ilgili daha fazla bilgi edinmek için iyice motive oldunuz. Buraya kadar her şey çok güzel, ancak hepinizin de muhtemelen birçok kez deneyimlediği üzere ilgili olduğunuz kişiyle birkaç buluşmanın ardından ya kendisinden daha çok hoşlanırsınız ya da ilginizi tamamen kaybedersiniz. Çünkü bir insanı tanımak ona ilişkin ideanızın yıkılmasına sebep olur ve bu kişi herhangi bir kişiye dönüşür. İşte bu sebeple aşk denilen şey ancak kent yaşamında mümkün olabilir. Keza köy hayatında herkes herkesi zaten tanıdığı için kişiler kolaylıkla idealize edilemez.

Peki neden aşık oluyoruz? Bu sorunun bilimsel anlamda en net cevabı tahminimce üreme ve türün devamını sağlamakla ilgilidir. Fakat üreme denilen şeyin ortaya çıkabilmesi için karşı cinsten (kimi zaman hemcinsten) kişilere karşı ilginizi ve tutkunuzu artıracak hormonal faaliyetlerinizin oluşabilmesi gerekir. Cinselliğin temelde olduğu bu hormonal durum, insanların karşılarındaki kişilerle duygusal anlamda da bağlanmalarını sağlar. Elbette bu duygusal bağın sonuçları kişilik özelliklerine, içinde bulunulan ilişkinin koşullarına ve diğer pek çok etkene göre değişiklik gösterir. Sonuçta ortaya romantik bir ilişki çıkar. Tabii burada doğal olarak şu soruyu sorabilirsiniz: Aşkın kimyası cinsellikse çocuklar neden aşık oluyorlar? Bu soruya cevabım son derece net: Çocukların da cinsel arzuları ve hissiyatları var. Biraz Freud okuyun canım!

Bilimsel düşünce bize aşkın çeşitli yönlerden tanımını verebiliyor. Aşk hem fizyolojik hem psikolojik hem de toplumsal bir ruh hali. Çağlar boyunca çeşitli şekillerde tanımlanmış veya ortaya çıkmış gibi görünüyor. Kim bilir belki de bundan 100 yıl sonra aşkı bambaşka bir şekilde tanımlayacağız. İnsanlık tarihi boyunca yeniden üreterek tanımladığımız tüm diğer olgular gibi... Konuyu daha fazla dallandırıp budaklandırmadan, küçük bir aşk hikayesiyle sonlandıralım. Umarım hepiniz bir gün delicesine sevilirsiniz!

Sana Her Şeyi Bilimle Açıklayabilirim

Bu küçücük odada, tam burada, sabaha kadar gözlerimizi kırpmadan seviştiğimiz bu yatakta yapayalnızız. Beni, bedenlerimizin birbirine dokunuşu kadar mutlu edebilecek başka hiçbir şey yokmuş gibi hissediyorum. Hafif araladığımız pencereden arada sırada yüzüme çarpan o soğuk rüzgar, ayak parmaklarıma kadar bastıran sıcaklığı kovalamaya yetmiyor. Üzerimizi biraz açsam üşüyeceksin diye korkuyorum, belki de hasta olacaksın. Kim bilir belki de ben hasta olurum?

Şu an hem seninle meşgulüm hem sana dokunmakla hem de böyle aptalca düşüncelerle işte... Herkesten ve her şeyden yalıtılmış olan bu odada, kalan kısacık zamanımızı düşünüyorum. Sahiden saat kaç oldu? Göz ucuyla telefonuma bakıyorum ve görüyorum ki sabahın ilerleyen saatlerini bulmuşuz. Zaman benden yana olmalı, oldukça aheste akıyor çünkü. Fakat bazen durdurabilmek istiyorum bir taraftan; çünkü en çok benden yana bile olsa nihayetinde geçip gideceğini ve bana geçmişten el sallayacağını biliyorum. Yitip giden her şeyden daha çok yitip gidecek gibi duruyor ve bunları düşündükçe canımı yakıyor, yalan yok.

Bu hisler ne zaman böyle oldu? Seninle geride bıraktığımız saatlerde mi? Günler mi demeliyim? Günler, geceler, saatler, saniyeler, hepsi artık iç içe. Vedalaşacağımız o anı bekliyor gibiyim şu an. Bir umut, zaman donuverir de her şey olduğu yerde sabitlenirse kendimi daha iyi hissederim belki.

...

Gözlerim bir süreliğine kapandı sanırım, fakat uyudum mu uyumadım mı bilmiyorum. Tuvaletim var, susadım, terledim, aslında son derece berbat bir haldeyim fakat yanından kalkmak istemiyorum. Bu kısacık anı kaçırmak, bu anı tuvalette veya mutfakta geçirmek hiç istemiyorum. Ne olacak ki zaten? En fazla altıma işerim. O halde sana sırılsıklam aşık olmuş mu sayılırım sence?

Sana karşı tam olarak ne hissettiğimden emin değilim. Bunun adı aşk mı yoksa başka bir şekilde mi tanımlamalıyım? Bu duygunun beni uzun zamandır hissetmediğim kadar tutkulu bir hale getirdiğinden hiç şüphem yok. Vücudumdaki çeşitli hormonların bu hisse yol açtığını çok iyi biliyorum. Taa en başından beridir vücudumda salgılanan dopamin sayesinde "an"da olmaktan haz alıyorum. En başat mutluluk kaynağımız seratonin sayesinde ise her şeyi toz pembe görüyorum. Karışıma bir de oksitosini ekleyince, gözüm senden başkasını görmez oluyor artık. Bunların dışında bir de vücuduma basan bolca östrojen var elbette: Adeta uslu bir kedi gibi oldum (Bu kadar östrojeni bir erkek aslana dayayıversen eline ip yumağı alıp yokuş aşağı oynatırsın zavallı hayvanı). Kısacası sana her şeyi bilimle açıklayabilirim; insanların kuyruğu olmaz mesela... Aslında olur, yani nadiren kuyruklu doğum oluyor işin aslı. Yarın bir gün kuyruklu bir çocuğun olursa adını Yıldız koyar, şakacılıkta sınır tanımayanlar listesine adını yazdırırsın.

...

Neredeyim ben? Bu gelenleri tanıyorum, akrabam onlar benim. Burada ne işleri var, inan zerre fikrim yok ama yakında öğreniriz. Şimdi bir yere gidiyoruz, fakat nereye? Her şey son derece bulanık. Her şey anlamsız ve sahte. Gözlerimi açtım nihayet, hepsi bir rüyaymış. Peki ben şu an neredeyim? Yanındayım, tam arkanda. Harika, hala biraz zamanımız var. O kadar mutlu oldum ki halen biraz zamanımızın olmasına... O yüzden sana bir kez daha sıkıca sarılıyorum, içime gömüyorum adeta. Fakat tabii bu kadar sıkmamam lazım yoksa nefessiz kalırsın. Keşke seni nefessiz bıraktığımda ölmeyecek olsaydın... Aşk böyle bir şey işte; içine almak, kaybetmek istiyorsun ama edemiyorsun... Neyseki aşkın da bir ömrü var ve hayatımızın  geri kalanını kafayı yemiş gibi geçirmek zorunda kalmayacağız.

Her şey çok güzeldi, her şey çok iyiydi. Ama ne yazık ki bazı şeyleri burada, bu anda bırakıp gitmek zorundayız. Bu ayrılık, kim bilir belki de sonsuza dek sürecek veya bir şekilde, bir noktada tekrar bir araya geleceğiz. Emin değilim, fikir beyan etmek de istemiyorum. Zaman her şeyi çözecek veya birleştirecek. Biz şimdilik üzerimize düşeni yapacak ve ayrılmamız gerektiği gerçeğiyle yüzleşeceğiz. Bu sabah hem her şeyimizi kaybedecek hem de hiçbir şeyimizi kaybetmeyeceğiz. Bunun ne demek olduğunu inan bana bilmiyorum fakat işte senin sayende öğreneceğim. Birlikte öğreneceğiz. Her şey için çok sağol, bunu asla unutmayacağım.

"Yalnızca sabredenler hikayenin sonunu öğrenebilir."

...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder