Yaşamı ve yaşamaya dair olguları her düşündüğümde, kendimi milyarlarca olasılığın içinde, çok kısıtlı bir zamanda, çok kısıtlı mekanlarda ve çok kısıtlı insanlarla sıkışmış olarak bulmaktan bıkar usanırım. Bu kısıtlılık hali, gerek düşünsel hayatımızda gerekse duygusal ilişkilerimizde bir türlü ileriye gidemediğimiz, düzenli olarak başa saran ve olaylardan ders çıkarmış olsak bile içinden çıkamadığımız mini döngüler yaratıp durur. Aradığımız kırılmaları yaşama fırsatına haiz olmadığımız ve her an tekrar eden bu "çevrimler" bizi başladığımız yere geri döndürür ve kavrayışımızdaki zorluğu her defasında yüzümüze çarpar.
Sadece bizden ve etrafımızdaki birkaç on kişiden oluşan küçücük hayatlarımıza sirayet ederek her an baştan almak zorunda kaldığımız bu mini döngüleri daha büyük çapta incelediğimizde ise, on binlerce yıllık kültürel ve sosyal mirasın, yüz binlerce yıllık fiziksel ve duygusal dönüşümün insanlığın üzerinde kayda değer bir değişim yaratamadığına ilişkin bir kanıya varırız. Göbeklitepe'de ilk dini mabetleri kuran insanlar ile milenyum çağında ilk dijital mabetleri kuran insanlar arasında neredeyse hiçbir konuda farklılık olmadığını bilmek, bu bahsettiğim döngünün yalnızca bireysel değil aynı zamanda toplumsal ve zamansal olduğunu da açıkça gösteriyor. Bu noktada, "Her konuda, en azından gelişmiş toplumlardan gördüğümüz kadarıyla çağ atlamış durumdayız" gibi bir karşı koyuşla gelebilirsiniz ancak şunu belirtmekte fayda var: Bu cümleleri kurmama sebep olan tek şey kişisel düşüncelerim veya gözlemlerim değil; aksine okuduğum veya izlediğim, her alandan uzmanın (tarihçi, antropolog, sosyolog, evrimbilimci vb.) üzerinde ortaklaştığı bilimsel çıktılar. Elbette, kısıtlı aklım ve yorumlama yeteneğimle takip ettiğim ve yine yukarıdaki sebeplerle kendi kısıtlılıklarına sıkışmış bulunan bilim insanlarının sistematik yorumlarına dayanan bu düşünce yapısı, doğası gereği dar bir alanda izole kalarak gerçek manada hiçbir şeyi açıklamıyor olabilir. Bunu sahiden bilmemin hiçbir yolu yok ve bildiğimi iddia edersem yalnızca ironi yapmış sayılırım.
Yine kafa karıştırıcı ve sıkıcı cümleler kurmaya başladığımın farkındayım ancak yaşadığım olayları ve karmakarışık hissiyatımı gizli saklı açıklamanın başka bir yolu olmadığını belirtmek isterim. Ayrıca, yazının bu noktadan sonra yalnızca buraya kadar varma sabrını gösterebilmiş birkaç kişiye erişeceğini bilmenin verdiği rahatlıkla; mevcut durumu ve duygularımı biraz daha açabileceğimi düşünüyorum. O halde başlayalım...
Bazı zamanlar, özellikle de bazı keyif verici türden şeylerin etkisi altındayken, özgürce yaşayamadığım ve içimde kalan bazı şeylerin hayalini kurar dururum. Bu hayal kurma durumu, yalnız ve uyanık kalabildiğim süre ölçüsünde tatmin duyguları oluşturup kendi kendisini sönümler. "Etki" altındayken ve hayal kuruyorken aldığım tüm kararlar ise ayıldığım dakika itibariyle beynimin mantıksal süzgecine takılıp çöpe gider. En azından aldığım kararları uygulama noktasında ayılacağım anı bekleyebiliyor olmam kıymeti bilinmesi gereken bir alışkanlık diyebilirim...
Hayal kurmak elbette insan olmanın sağladığı en önemli avantajlardan birisi hiç kuşkusuz; ancak şunu da unutmamak gerek ki çok fazla hayal kurmak, yani hayalperestlik, insanın kendi yapay dünyası içerisinde "güvenli bir şekilde" tatmin olmasını sağlayarak harekete geçmesine engel olabiliyor. Aynı zamanda bu hayalperest ruh hali, içinden çıkılamaz bir hal alan ve onarılamaz ölçüde sarsıntılar yaratan hezeyanlara da dönüşebiliyor. İşte kimi zaman, çoğumuzun bir ilişkinin bitiminde yaşadığı öfke nöbetleri, ne yapacağını bilememe durumu, reddedilmişlik ve haksızlığa uğramışlık hissi, hayalperestliğin "karanlık tarafıyla" birleşerek hayatlarımızın bir bölümünü çöpe atmamıza neden oluyor. Tam bu noktada kısıtlılık -veya kısıtlı bir evrende kalma durumu- elimizde olmayan olayların gelişimi neticesinde bizlerin daha da dar kalıplara sıkışmasına sebebiyet veriyor.
Peki bu kısıtlılık kavramına biraz daha sosyo-kültürel ve biyolojik açıdan bakmak, olguları ele alış biçimimizi değiştirmemizi, hayatımızdaki kırılma anlarında daha akl-ı selim kararlar almamızı sağlayabilir mi? Denemekten bir zarar gelmeyeceğine göre birkaç küçük örnekle kısıtlılık kavramının "kısıtlı" ve dar anlamını belki de aşabiliriz. İnsan, anne karnından çıkıp hayata gözlerini ilk kez açtığı andan itibaren geri dönülemez şekilde değişir. İlk kez gördüğü dünya içinde, büyüyüp serpildiği her bir an yeni deneyimlerle donanır ve yaşamın ne olduğuna ilişkin çeşitli fikirler edinmeye başlar. Bir çocuğun hayatındaki en büyük kırılma anları belki de bu deneyimler sonucunda elde ettiği "istediği her şeye ulaşamama" durumudur. Öyle ki insan zaten kısıtlı bir beden içerisinde, yalnızca iki el, iki ayak, iki göz ve birkaç sınırlı uzuvla doğmuştur. Kendisini doğadan, annesinden, babasından, kardeşlerinden veya eşyalardan ayıran bu keskin sınırlar onun ilk kısıtını oluşturur. Bu kısıtlı beden kısıtlı duyulara yol açar ve bu duyular ise kısıtlı bir zeka tarafından işlenerek her şeyin kavranabilmesini zorlaştıran bir yapıda olduğumuz hissini verir. Çocuk, etrafındaki hiçbir şeyi dilediğince kontrol edemediğini algılayabildiği vakit şoka uğrar ve hayattan ilk darbesini yer (En basit örneğiyle; bir çocuğun memeden zorla kesildiği an ile o memenin ağlasa da zırlasa da bir daha geri gelmeyeceğini kabul ettiği ana kadar geçen süreçte yaşadıkları, çocukluk döneminin ilk travmalarını oluşturur).
Kısıtlı bir bedende ve kısıtlı bir zihin yapısıyla dünyaya gelen insan, doğadaki diğer canlılara karşı son derece dezavantajlı sayılır. Ne aslanlar gibi sağlam pençeleri vardır, ne kartallar kadar keskin gözleri ne de yaban domuzlarınınki gibi kalın bir derisi... Bu kısıtlılık bilinci, insanın evriminde zekanın gelişimi açısından oldukça etkili olmuştur elbette ancak bu sefer de zekanın gelişiminde yaşanan kısıtlılık, insanın evreni, olayları ve olguları bir bütün halinde görememesine neden olmuştur. Boş zamanlarında gökyüzüne bakan, ağaçları inceleyen, dağları izleyen, hayvanları gözlemleyen insan, olguları bütünsel olarak görebilme yeteneği olmadığı için her şeyi tek tek incelemiş ve tek tek elde ettiği tüm veriyi hayal gücü sayesinde daha üst bir akla atfederek zihninde birleştirmiştir. İnsan, yaratanı bu sayede yaratmıştır.
Kısıtlılık, evrensel bir yasadır. Evrenin para birimi enerjidir ve enerji, evrenin iş yaptırabilme gücüdür. Güneş dünyaya ışık verir, bitkiler karbondioksit ve güneş ışığını şekere dönüştürür ve böylece beslenirler. Bu bitkileri tüketen başka canlılar ve o canlıları tüketen başka canlılar oluşur... Hayat böylece akıp giderken en fazla birkaç milyar yıl sürebilecek olan bu döngü yıldızın kendi içine çökmesiyle son bulur. Yıldızın ışığı sönerken, etrafına yaydığı kalıntı enerji artık bir işe yaramamaktadır ve evren git gide soğumaya başlayarak nihayetinde karanlığa gömülür. En başta enerjinin kısıtlı oluşu, yalnızca evreni veya doğadaki canlıları değil; silsileler yoluyla psikolojik süreçlerimizi de etkileyen bir gerçeklik halini alır. Çünkü tıpkı evrende olduğu gibi insan yaşamında da olasılıklar sonsuz; fakat olasılıkların gerçekleşmesi için gerekli olan enerji sonludur.
Yukarıdaki birkaç paragrafta anlatmaya çalıştığım üzere, kısıtlılık hali evrenin bir yasasıdır ve bir şey yasa olunca, ona bağlı olan diğer her şey de bundan nasibini alacaktır elbette. İnsan, yine en başta içerisinde yaşadığı doğa gereği kısıtlı doğar, toplumsal kuralları kısıtlı dünya görüşüne göre şekillendirir ve kendisini de ancak belli sınırlar içerisinde değerlendirebilir. O halde elimizde olmayan şeyler için kendimize kızmak veya sınırlarımızı kendi aleyhimize zorlamak yerine bu kısıtlılığın doğanın bir sonucu olduğunu kabullenmemiz hepimize iyi gelecektir diye düşünüyorum.
Peki ne yapalım? Açıkçası herkesin yapması gerekenler kendisine göre değişiklik göstereceği için bu soruya net bir cevap verilemez. Yalnızca şunu söyleyebilirim ki, kısıtlı olmanın yalnızca dezavantajları yok, bu aynı zamanda harika bir şey. Unutmamak gerekiyor ki insan, kısıtlılığı sayesinde kendi kendisi üzerinde düşünebilen bir zihnin evrimine şahitlik etti, Avrupalılar Müslüman coğrafya tarafından tekel haline getirilmiş ticaret yolları nedeniyle yeni dünyayı keşfetti, Kuantum fiziği kısıtlı elektrik arzının bir sonucu olarak doğdu, evrendeki çeşitlilik ise enerjinin sınırsız olmayışı sayesinde mümkün oldu. Yani, kısıtlılık bir tarafıyla eksiklik iken diğer tarafıyla sonsuz ihtimallere kapı aralayan zorlayıcı bir güçtür diyebiliriz. Eğer bu doğal fenomeni tam anlamıyla kabullenebilirsek hayatımızın her alanında kendimiz için yepyeni yollar keşfedebiliriz.
...
Bir süre önce, beni dinlemesinden keyif aldığım bir arkadaşımla dertleşirken başıma getirdiğim tüm saçma sapan şeylerin temel nedenini keşfetmiş olabileceğim kanısına vardım. Zor geçirdiğim çocukluk yıllarımın, insanların hayatlarına girerek geçmiş travmalarına ortak oluşumun ve bizzat kendi travmalarımın yarattığı ruh hali adeta hayattan hınç alırcasına hareket etmeme neden oluyor gibi. Zamanında çeşitli sebeplerle ulaşamadığım şeylere ulaşabiliyor olmak, aradan geçen yılların acısını çıkarırcasına ve diğer her şeyi boş vererek ilerlememe sebebiyet veriyor. İçime atarak sindirdiğimi sandığım her şey bilinçaltımı sessizce geçerek yüzeye vuruyor. Bu nedenle izleri takip etmek önemli, insan bilinçli veya yarı bilinçli olarak yaptığı her şeyi iyi analiz edebilirse kendisine dair derinde kalmış gerçeklerle yüzleşebilir (eğer gerçekten hazırsa).
Mini çevrimlerin kısıtlılığına dair anlam arayışımın bendeki kırılma noktası, Loving Vincent filmine denk gelmişti bir süre önce. Size önermek istedim. Keyifli bir yazı idi emeğinize sağlık.
YanıtlaSilMerhaba, yazıyı beğenmenize çok sevindim. Önerdiğiniz filmi ise ilk fırsatta izleyeceğim. Çok teşekkürler :)
Sil