22 Aralık 2014 Pazartesi

Zihin-dan


karantina


  Dünyayı büyük bir felaket almıştı, bir hastalık… Bir korku hastalığıydı; yavaş yavaş ve sinsice ilerleyen, ileri aşamalarında ise insanı tamamen delirten bir hastalık…

  Bilim adamları hastalığa bir çare bulamamışlardı çünkü tamamen ortaya çıkana ve hemen herkese yayılana kadar neredeyse hiçbir belirti göstermemişti. Ayrıca çok kolay bulaşıyordu; içme sularından, yiyeceklerden, havadan ya da tene değen herhangi bir şeyden… Bu nedenle tüm dünyayı sarsması çok uzun sürmedi.

  “Hastalığın 123. günü. Şehirdeki çoğu insanı artık dışarıda göremez oldum. Herkes bir korku halinde, kimse kimseye güvenmiyor. Bu hastalık bizi mahvetti. Şimdiden deliren birkaç yüz kişi gördüm bile. Kimisi eline bir balta almış birbirini kovalıyor, kimisi camdan aşağı atlıyor… Öylesine korkuyorlar ki; yanlarına gidip bir şeyiniz mi var diye soramıyorum. Ben bile ölesiye korkuyorum; ancak durumumun diğerlerinden çok daha iyi olduğunu inkâr edemem.

  Hastalığın ilk kez ortaya çıktığı dönemlerde insanlar işlerine –her şeye rağmen- devam ediyordu. Hükümet yetkilileri her gün, ‘Tüm bunlar geçecek, bir çaresini bulacağız.’ diyorlardı lakin bulamadılar. Üstelik devlet başkanı, canlı yayında korkusundan intihar ederek tam bir kaosa neden oldu. O adamın, o dağ gibi adamın yüzündeki ifadeyi unutamıyorum. Ben hayatım boyunca bu kadar korkan birini görmemiştim. Sanki gözlerinin önünde, en sevdiği insanlara acımasızca işkence ediyorlardı. Aman Tanrım! O nasıl bir korkuydu öyle, acaba ne düşünüyordu?

  Daha sonra her şey içinden çıkılamaz bir hâl aldı. En başta sağlık görevlileri, asker ve polisler, bilim adamları ve pek çok siyasi, aileleriyle birlikte intihar etmeye başladılar. Daha doğrusu, bu aileler evde birbirlerini linç ederek öldürdüler. Tam bir katliam! Gazete manşetlerinde her gün ölüm haberleri… Artık kimsenin futbol oynamadığı, eğlence programları düzenlemediği, gezilere katılmadığı, toplumun yavaş yavaş sokaklardan çekildiği iğrenç bir dönem başladı.

  Yine de o sıralarda, sokakta bazen birilerine denk geldiğim olurdu. Marketleri, eczaneleri ya da benzinlikleri yağmalayan kişiler… İnsanlar, erzak stokları tükendiği için evlerinden çıkıp marketlere giderdi ve ihtiyaçları kadarını alıp hemen evlerine geri dönerdi. Tabii bunu diğer insanları düşündükleri için değil; dışarıda fazla zaman geçirmemek için yaparlardı çünkü herkes birbirinden ölesiye korkuyordu.

  Bir süre böyle devam etti. Bir sonraki aşamaya geçene kadar pek çok kişi daha öldü. Pek çok mu yoksa yarımızdan fazlası mı, tam hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey bir sonraki aşamanın diğer ikisinden çok daha korkunç olduğu. İnsanların çoğu dışarıdaydı, kimse evinde kalmak istemiyordu. Sanırım herkesin klostrofobisi vardı. Çok az insan konuşuyor, çok çok daha azı dinliyordu. İnsanlar yediklerinden, içtiklerinden ve yürüdüklerinden bile korkar olmuştu. İnsanlar artık şiddetten değil; açlıktan ve susuzluktan ölüyordu. Etrafımda benim gibi birkaç kişi hayatta kalmayı başardı ancak daha sonra hayatta kalanların birçoğu delirdi. Yerlerde yuvarlanan, duvar diplerinde sallanan, parmaklarını kesen ya da gözlerini oyan insanlar gördüm. Bunları görüp de delirmemek elde mi?

  Fakat en kötüsünü şu an yaşıyoruz. Kalanların çoğu yıkık dökük evlere döndüler -Sahi, evler neden yıkık dökük? Sanırım bazı zamanlar savaş yapıldı ancak kimle, neden? Bu sorular aklımı kurcalıyor- İnsanlar yine dışarıya çıkamıyor. Şehir berbat durumda, her yeri toz kapladı ve havalar artık çok daha sıcak. Hastalık evrim geçirerek hayvanlara da bulaştı –yani büyük kıyımdan kalanlara- Şimdi onlar daha da mağdurlar. Korkularından avcılık bile yapamayıp açlıktan ölüyorlar. Akbabalar cesetlerden korkup yanlarına yaklaşamıyorlar. Tüm düzen değişti, korku çağı tüm yaşamın sonunu getirdi.

  ...

  Hastalık beynimi kemiriyor, artık korkumdan aynalara bile bakamıyorum. Her yer çok sessiz, çok ürkütücü… Bazen düşünüyorum da sanırım etrafta ses olursa daha da ürkütücü olur…

  ...

  Geçen gün yerde dolanan minik bir böceği zorla yedim. Öncesindeki bir iki gün, korkumdan su bile içmemiştim –temiz, çamurlu bir su bulabilmiş olmama rağmen- Gittikçe paranoyak bir hâl alıyorum galiba. Belki de böcek ölmemiştir, belki de beynimi kemiren odur?

  ...

  Ayaklarımı sürüye sürüye yolda ilerliyorum, sanırım sıcaktan dolayı şapkam kafama yapıştı. Şapkamı çıkarmalı mıyım? Belki de denemeliyim. O da ne? Sesler duyuyorum, sevinmeli miyim? Belki de sevinmemeliyim, çünkü bunlar bağırış sesleri gibi ya da bir çeşit hırlama da olabilir. Geri dönmeliyim! Geri dön…

  Önüme düştü! Önüme düştü! Adam önüme düştü, işte böyle önüme düştü! Hah ha! Şuradan düşmüş olmalı. Bir dakika, hayır! Onu camın önünde duran adam itmiş. Evet, onu itmiş! Artık yaşadığı korkuya dayanamayarak onu camdan itmiş ve ondan sonsuza kadar kurtulmuş. Adam delirmiş, adam delirmiş, adam delirmiş, adam delirmiş…

  ...

  Geçen gün yerde gördüğüm savunmasız bir çekirgeye uzanıyordum ki hemen sağ yanımdan bazı çığlıklar işittim. İki kadın birbirinden ölesiye korkuyordu ve çığlık atıyordu. Kaçışmaya çalıştılar fakat beceremediler. Yüz ifadeleri değişmişti ve şişip kabaran damarları seçilebiliyordu. Bir de gözler vardı tabii; kıpkırmızı gözler. Sonuna kadar açılmış, iri gözler… Birbirlerini öldürdüler…

  ...

  Ölüm nedir? Peki ya, yaşam? Delilik nedir? Artık delilik ayrımının kalktığına eminim, şayet bana deli diyebilecek bir akıllı kalmadı. Korkunun ne demek olduğunu dahi unuttum ya da unuttuğum şey korkmamanın ne demek olduğu. Artık böcek bile yiyemiyorum; otların köklerinden beslenmekten başka yapabildiğim hiçbir şey yok. Yaşam ile ölüm arasında bir yerdeyim, enerjimin son damlalarını nerede tüketeceğimi şimdiden merak ediyorum.

  ...

  Çıldırmanın sınırlarındayım. Her yeri leş kokusu sardı, ben de yakında onlardan biri olacağım. Artık kimse, sesini bile çıkarmıyor. Kimse kimseye bakmıyor; ben de kimseye bakmıyorum. Belki de kimse diye bir şey kalmamıştır; lakin bunu öğrenecek cesaretim yok. Çıldırmanın sınırlarındayım. Her yeri leş kokusu…

  Önümdeki gölge kime ait? Ayakta duran birisi mi var? İlerleyemiyorum; geriye de dönemiyorum. Sahi, ben neden yürüyordum ki? Bu gölge de ne böyle? Önümdeki gölge kime ait? Gölge varsa ışık da var olmalı... Yoksa var olmak zorunda değil mi? Işık varsa ben uzun zamandır neden karanlıkta yaşıyorum? Önümdeki gölge de neyin nesi?

  ...

  Kafamı kaldırıp bakmalı mıyım? Şayet, dayanacak gücüm kalmadı; buna artık bir son vermeliyim. Kafamı kaldırmalı… Aman Tanrım! Bir adam bana bakıyor! Kafasını kaldırmış o da… Çığlık atıyor, yüzü kızarıyor, gözleri büyüyor! Saldıracak olmalı, ne yapmalıyım? Kendime gelmeliyim, kaçmalıyım çünkü elinde bir balta tutuyor! Şimdi ise baltayı havaya kaldırıyor! Bir adım geriye gitmeliyim. Evet, geriye…

  ...

  Adam çatlıyor! Adam çatlıyor! Eli havada kaldı, kıpkırmızı gözleri yuvalarından fırlıyor! Adam çatlıyor! Koşmalıyım, kaçmalıyım! İleriye daha da ileriye! Gücüm yettiğince! Koşarken birine mi çarptım? Belki de o bana çarptı? Yo, ben çarptım, hatta şimdi bir başkasına daha! İnsanlar peşimden mi geliyor? Herkes kaçışmaya başladı, herkes çığlık atıyor! İnsanlar birbirini öldürüyor! Aman Tanrım, ben ne yaptım böyle? İşte, yine başladık! Neye başladık? Etrafta hiç kimse yok ki…

  ...

  Sıcağın altında cayır cayır yanan vücudum adeta “cos” etti. Beni gitgide alaşağı eden bu yerde, uzun zamandır aradığım huzuru bulmuş olmalıyım. Serinlik, sessizlik ve huzur… Görüntü gittikçe bulanıklaşıyor; böylece o çirkin şehri anbean daha az seçebiliyorum. Işık her geçen saniye azalıyor ve etrafımda dağılıyor. İçine düştüğüm bu berrak su, beni tüm dertlerimden kurtarıyor. Zihnimin tüm oyunları artık sona eriyor, bu zihin-dandan artık kurtuluyorum.

18 Kasım 2014 Salı

Zaman Algısı ve Zamanı Tanımlamak

zamanda ileri gitmek


  Zamanı nasıl tanımlarsınız? Zaman, Newton'un da söylediği gibi evrendeki tüm yapılardan ayrı olarak ele alınması gereken bağımsız bir değişken midir? Bunun artık böyle olmadığı biliniyor; çünkü Newton'dan sonra dünyaya gelen bir başka dahi bize bunu kanıtladı: Einstein. Einstein'ın Özel Görelilik Kuramı'na göre zaman, üç boyutlu evrenin dışında tutulamayacak bir olgudur. Einstein bunu uzay-zaman olarak tanımlıyordu. Yani Einstein'a göre uzay ve zaman, aslında birbirlerini doğrudan etkileyen olgular.

  Bu kurama göre tüm varlıklar ve varlığın fiziki olayları izafi, yani görecelidir. Zaman, mekân ya da hareket birbirinden ayrı değerlendirilemez. Yani, evrensel olarak etrafımızda akan mutlak bir zaman dokusu yoktur; zaman, objenin hareketine göre değişkenlik gösterir. Daha iyi anlaşılması açısından Einstein'ın sözlerine kulak verelim:

  "Zaman ancak hareketle, cisim hareketle, hareket cisimle vardır. O halde; cisim, hareket ve zamandan birinin diğerine bir önceliği yoktur. Galileo'nin Görelilik Prensibi, zamanla değişmeyen hareketin göreceli olduğunu; mutlak ve tam olarak tanımlanmış bir hareketsiz halinin olamayacağını önermekteydi. Galileo'nin ortaya attığı fikre göre; dış gözlemci tarafından hareket ettiği söylenen bir gemi üzerindeki bir kimse, geminin hareketsiz olduğunu söyleyebilir."


  Görebileceğiniz üzere Einstein, zamanın, cismin ve hareketin ayrı şeyler olmadığını söyler. Cisim zamanla, zaman cisimle, mekân hareketle ve hareket mekânla alakalıdır. Dolayısıyla hareketin olmadığı bir yerde zamandan söz edilemez -çünkü mutlak hareketsizlik halinde zaman durmuştur-.

zaman dördüncü boyut  Einstein, daha sonra ortaya attığı Genel Görelilik Kuramı'yla, kütle çekimini de işin içine dahil eder. Einstein'ın Kütle Çekim Kuramı Newton'ınkinden farklıdır. Newton, kütle çekimini cisimlerin üzerine doğrudan etki eden çizgisel bir kuvvet olarak düşünmüştü ancak Einstein bundan daha farklı bir açıklama yaptı: Kütle çekimi, belli ağırlıklara sahip olan cisimlerin, uzayın dokusunu bükmelerinden kaynaklı bir çekilmedir. Tıpkı, -çok klasik bir örnek olsa da- gergin bir çarşafın üzerine konan bir kürenin çarşafı içe doğru bükmesi gibi, uzayda yer alan kütleli cisimler de uzayı içe doğru büküyorlar. Eğer çarşafın içerisine daha hafif bir küre koyarsanız bu kürenin, çarşafın büzüşen kısmına doğru ivmelendiğini görürsünüz. Aynı şekilde, evrende de daha küçük kütleli cisimler, büyük kütleli cisimlere doğru ivmelenmektedir.

  Eğer uzay ve zaman -daha önceki genel kabulün tersine- birbirinden ayrı düşünülemezse, kütleli cisimlerin uzayın dokusunda yarattığı bükme hareketi zaman için de geçerli olmalıdır. Eğer zaman bükülüyorsa evrenin her yerinde zamanın aynı şekilde aktığı düşünülemez.

  Kara delikleri mutlaka duymuşsunuzdur. Kara delikler, ağır kütleli yıldızların, ömürlerinin son aşamasında içe doğru çökmeleriyle oluşur. Eğer yıldızın kütlesi, örneğin Güneşimiz kadarsa bir kara deliğe dönüşmez; çünkü yıldızın içerisindeki elektronların dışa doğru uyguladığı basınç, kütle çekiminin neden olduğu çökme kuvvetini karşılayacaktır. Eğer daha ağır bir kütleye sahipse bir nötron yıldızına dönüşecektir. Burada kütle çekimine karşı koyan güç, elektronların yarattığı basınç değil farklı bir fiziksel etkileşimdir. Lakin yıldızın kütlesi oldukça fazlaysa, yakıtını tamamen tükettiği an içe doğru çökmesini engelleyebilecek hiçbir kuvvet kalmaz ve yıldız içe çöker. Daha ayrıntılı bilgi için: Kaynak

  Kara delikler, sıfır hacimli ve sonsuz yoğunlukta kabul edilen cisimlerdir. Kütle çekimleri o kadar fazladır ki; ışık bile bu kuvvetten kaçamaz. Eğer bir kara deliğin üzerine ışık tutuyor olsaydınız, ışığın kara deliğe doğru eğrilerek yol aldığını ve kara deliğin içinde kaybolduğunu gözlemlerdiniz. İşte, tam bu nedenle onlara kara delik diyoruz; içinden ışık bile kaçamadığı için tamamen karanlıktırlar ve onları fark etmek, hele de karanlık uzay boşluğunda fark etmek imkansızdır. Tabii onları görmenin bazı yolları var; merak ediyorsanız buraya.

kara deliklerde kütle çekimi

Olay ufku sadece 75 kilometre genişliğinde olmasına rağmen 10 güneş kütlesine sahip, dönmeyen bir kara deliğin 600 kilometre uzaklıktan simülasyon görünüşü. Bu kütlede bir kara deliğin, bu uzaklıkta yarattığı ivmelenme, Dünya yüzeyindekinin yaklaşık olarak 400 milyon katıdır - Vikipedi

  Bu kadar inanılmaz bir kütleye sahip oldukları için, tahmin edebileceğiniz gibi, uzay-zaman dokusunda yarattıkları bükülme de haliyle fazla oluyor. Bir kara delik ne kadar fazla kütleye sahipse, uzay-zamanda o kadar eğriliğe neden oluyor. Bu sebeple kütle çekimi etkisi çok fazla ve dahası, kara deliklerin etrafında akan zaman diğer uzay cisimlerinin etrafında akan zamana göre daha yavaş. Yani eğer bir kara deliğin çevresinde dolanabilseydiniz, orada geçirdiğiniz beş yıllık bir ömür; dünyadaki yedi yıllık bir ömre denk gelecekti -Bu süre tamamen kendi varsayımım, isabetli bir matematiksel hesap yapabilecek olan varsa buyursun-.

  Aynı şekilde, uzay boşluğunda hızla ivmelenme de sizi zamanda yavaşlatacaktır. Işık hızına ne kadar çok yaklaşırsanız zamanda o kadar yavaşlarsınız; çünkü zaman yavaşladıkça kalp ritimleriniz de yavaşlar, hareketleriniz ve tüm zihinsel-fiziksel fonksiyonlarınız da; ancak siz bunu fark edemezsiniz. Size göre zaman oldukça olağan şekilde akıyorken, dışarıdan bakan bir gözlemci sizin oldukça yavaş hareket ettiğinizi söyleyecektir.

  İnanılması güç şeyler gibi duruyor ancak bunların olabileceği çoktan kanıtlandı bile. 1971 yılında yapılan bir deneyde, zamanı neredeyse mükemmel bir hassasiyetle ölçebilen bir atom saati yerde hareketsiz bırakılırken bir diğeri çok yüksek hızda uçan bir jet uçağının içerisine yerleştirildi. Uçaktaki atom saati yerdekiyle karşılaştırıldığında bu iki saatin farklı işlediği görüldü. Hareket eden uçaktaki atom saati, yerdekinden saniyenin birkaç milyarda biri kadar yavaştı.

  Gördüğünüz üzere hem ivmelenme hem de kütle çekiminin zaman üzerindeki etkisi oldukça büyük. O halde Newton'un zaman konusundaki düşüncelerini çöpe atabiliriz. Zaman mutlak değil; algısaldır. Anda yaşayan ile dışarıdan bakan bir gözlemci için zamanın akış hızı birbirinden tamamen farklı olabilir ve bu farklılık, onların hareketlerine ve durumlarına ilişkin bir değişkendir.

  Zaman, üç boyutlu uzayın bir parçası olmasına rağmen, uzayda sahip olduğumuz hareket özgürlüğüne zamanda sahip değiliz. Uzayda ileri-geri, sağa-sola ya da yukarı-aşağı hareket edebiliyorken zamanda yalnızca ileri doğru hareket edebiliyoruz. Zaten zamanda geri hareket edebilme gibi bir şansımız olsaydı, yarattığımız paradokstan ötürü gelecekte var olamayabilirdik. Biraz etraflıca düşünürseniz, geçmiş zamanda yaptığımız en ufak bir hareketin bile tüm insanlık tarihini değiştirebilecek bir fırtınaya neden olabileceği çıkarımında bulunabilirsiniz. Şöyle ki; eğer zamanda geriye gidip bir arının yolunu değiştirmesine neden olursanız, arı döllemesi gereken çiçeği dölleyemeyecek. Yalnızca bir çiçeğin döllenememesi bile, seçimlerdeki tüm diğer değişimleri etkileyecek ve bunun sonucunda belki de insanlık tarihi bir nedenden dolayı çok farklı bir yere gelecek. Sizin atalarınız olması gereken kişiler ya hiç var olmayacak ya da çok farklı bir yere göç edecekler. Dolayısıyla siz hiç var olmamış ya da farklı koşullarda yaşıyor olacaksınız. Bu durumda zamanda geriye gitmenize neden olan koşullar da oluşamayacak. Dolayısıyla siz zamanda geriye gitmemiş olacaksınız. İşte bu, zamanın paradoksu.

  Zamanı, üst üste dizilmiş farklı şekil ve boyutlardaki elmalar olarak düşünün. Piramit şeklindeki bu yapının en üstündeki elma bugünü, altta kalan elmalar ise geçmişi temsil etsin. Eğer piramidin altındaki elmalardan birinin yerini değiştirecek olursanız, o elmaya göre üst üste yerleştirilmiş olan tüm elmalar çökecektir. Dolayısıyla dizilim değişmek zorunda kalacaktır. Yani zamanın tüm yapısı değişmek zorunda kalacaktır.

  Peki ya zaman algısı da neyin nesi? Zaman algımız hangi şartlar altında değişiyor? Pek çok durumda zamanı algılayış biçimimizin inanılmaz bir şekilde değiştiğine şahit olmuşsunuzdur. Mesela en sevdiğimiz oyunu oynarken ya da en sevdiğimiz diziyi izlerken, belki de en sevdiğimiz insanla otururken zamanın nasıl da geçip gittiğini anlamayız. Bize keyif veren şeyleri yaparken ya da çok meşgul olduğumuzda zaman hızlıca akıp geçer ancak bize acı veren şeyler yaşıyorken zaman geçmek bilmez. Bu, duygusal durumumuzun neden olduğu bir yanılsamadır; yani fiziksel bir gerçekliği yoktur. Bir saat, fiziksel anlamda her zaman bir saattir ancak bize günler gibi uzun gelen bir saat, bir başkası için saniyeler kadar kısa gelebilir.

  Özellikle farklı deneyimler yaşadığımız anlarda zamanın hızlıca geçip gidiyor oluşu, beynimizin o işe odaklanmış olması nedeniyle gerçekleşen bir yanılsamadır. Dolayısıyla fiziksel evrende olduğu gibi algısal anlamda da mutlak bir zaman kavramı yoktur. İnsan, iç dünyasında koca bir evren barındırır ve Einstein'den öğrendiğimiz üzere, evrenin mutlak bir zaman dokusu yoktur. Yalnız burada şöyle bir ayrıma gitmek zorundayız: Fiziksel âlemde ışık hızına yaklaştığımızda zamanda yavaşlamamıza rağmen bunu fark edemeyiz ancak söz konusu algılarımız olduğunda zamanın geçip gitmediğini söyleyebiliriz.

  Zamanda yavaş ilerlediğimiz algısını yaratan etmenler arasında kimyasal ya da doğal yollarla üretilen ve bireyin algı, düşünce, duygudurum ve motor işlevlerinde değişiklikler yaratan maddeler de sayılabilir. Bu maddeler, esrar, sihirli mantarlar ve salvia gibi uyuşturucu maddeler ya da LSD ve DMT gibi psychedelic olarak tanımlanan halüsinojen maddeler olabilir. Bu maddelerden biri kullanıldığı taktirde, zaman algısında farklı derecelerde değişiklikler gözlenir. Örneğin esrar kullanan bir kişi yirmi dakikalık bir deneyimi bir saat olarak algılarken DMT kullanan bir kişi 15 dakikalık bir deneyimi 1000 yıl olarak algılayabilir. Bu, kullanılan maddenin içerisindeki farklı kimyasal yapıların beyinde sebep oldukları etkileşim ve reaksiyonlarla ilgilidir. Kullandığınız maddenin güçlü etkisi, zaman algınızı daha önce hiç yaşamadığınız bir şekilde değiştirerek size, zamanın ötesine geçmiş olduğunuz hissini verebilir.

voyager 1 sondası
  Belki de yalnızca birkaç yüz bin yıldır var olan insanoğlu, dünyaya ya da dünyada oluşan hayata kıyasla oldukça az bir ömre sahip. Belki de bu nedenle gelişmeye, ilerlemeye ya da zamanı daha dikkatli kullanmaya uğraşıyoruz. Bazılarımız, hayatı kaçırmamak için -az uyumak pahasına- her şeye yetişmeye çalışırken bazılarımızsa zaman algısını yavaşlatarak anın tadını çıkarmaya çalışıyor. Her ne yaparsak yapalım, şu gerçek hiçbir zaman değişmiyor: Evrende, önemsenmeyecek kadar küçücük bir yerdeyiz. Dünya, 6,4 milyar kilometre uzaklıktan küçücük soluk bir nokta kadar, bir pikselin yarısı kadar gözükürken Aristo'nun, Dünya'yı Samanyolu'nun merkezine alarak kurduğu modelin ne kadar da gülünç olduğunu anlıyoruz. Belki de bu bize, insanoğlunun kibirli ve benmerkezci olduğunu gösteriyordur?

  Bu uzunca yazıyı, bir öneriyle bitirmek istiyorum. Bu şarkıyı dinleyin; ama acelenizin olmadığı bir günde yürüyüş yaparken ya da kâğıda bir şeyler çizerken ya da küçük bir taşı yontarken dinleyin. Müziğin sesini açın ve asla müziğe odaklanmayın; düşüncelere ya da yaptığınız işe odaklanın. Belki bende yarattığı "zamanın yavaşladığı" hissini sizde de yaratır.

12 Kasım 2014 Çarşamba

Uyuyan Güzel: Rosalia Lombardo


  Bugün Facebook'ta ilginç bir paylaşıma rastladım: Rosalia Lombardo. Rosalia Lombardo, İtalyan General Mario Lombardo'nun 1920 yılında, henüz iki yaşındayken İspanyol Gribi'nden ölen küçük kızı.

capuchin yeraltı mezarları  İspanyol Gribi, 1918-1920 yılları arasında, tüm dünyada hızla yayılmış ve 50 ila 100 milyon kadar insanın ölümüne yol açmış bir grip salgını. İspanyol Gribi olarak anılmasının sebebi ise hastalığın İspanya merkezli olması değil, I. Dünya Savaşı sırasında patlayan salgının ilk kez İspanyol kamuoyunda konuşulmaya başlanmış olması. İspanya savaşa katılmadığından, kamuoyuna askeri bir sansür uygulamamış ve hastalığın tehlikeli bir salgına dönüştüğüne dair ilk tartışmalar İspanyol kamuoyunda başlamış.

  Her neyse, tesadüfi bir şekilde, Rosalia Lombardo isimli küçük kızcağız da hastalığın can aldığı yıllar arasında (1918-1920) yaşamış. Kızının ölümüne dayanamayan babası ise kızının cesedini mumyalatmaya karar vermiş ve Sicilyalı tahnitçi (ölüleri, bozulmaması için mumyalayan ya da ilaçlayan kişi) Dr. Alfredo Salafia'dan bu işi yapmasını istemiş. Dr. Alfredo Salafia, çürümeyi engellemek için Rosalia'nın vücuduna çeşitli karışımlar enjekte etmiş ve küçük kızın bedenini mumyalayıp camdan bir sandığın içine yerleştirmiş. Kimseye söylemediği bu gizemli karışım, Rosalia'nın bedenini tam 90 yıl boyunca neredeyse mükemmel şekilde diri tutmuş ve arkeologların yıllar süren araştırmalarına rağmen karışımın içeriği tam olarak keşfedilememiş.


  Lakin 2009 yılında, Palermo'da yer alan Capuchin Yeraltı Mezarları görevlisi Piombino Mascali, şans eseri Dr. Alfredo Salafia'nın el yazmalarına rastlayınca karışımın sırrı çözülmüş. Karışımda yer alan formalin bakterileri öldürürken gliserin vücudu nemli tutmuş -ya da daha doğru bir tabirle vücudun çok fazla kurumasının önüne geçmiş-, salisik asit mantar oluşumunu engellemiş ve çinko tuzu da bedenin taşlaşmasını sağlamış.

  Basit ama zekice hazırlanan bu karışım sayesinde Rosalia'nın bedeni hâlâ oldukça canlı. Üstelik yeni yapılan kabinin bakteri ve mantarları engelleyen teknolojisi ve ışığın etkilerini kıran film kaplı camı sayesinde Uyuyan Güzel Rosalia'nın bedeni daha yıllar boyunca canlı tutulabilecek.

  Yeri gelmişken son bir konuya daha değineyim: Gün geçmiyor ki Rosalia gibi alışılagelmişin dışındaki durumlar için şehir efsaneleri üretilmesin. Çeşitli zaman aralıklarında çekilen video ve fotoğraflara göre, Rosalia'nın gözleri bazen açılıyor. Alttaki videoda da görebileceğiniz üzere, iki saatlik bir periotta çekilen bu fotoğraflarda Rosalia'nın gözlerini hem açık hem de kapalı olarak görmek mümkün. Bu ürkütücü fenomenin ise 
Dario Piombino Mascali'ye göre oldukça basit bir açıklaması var: Tamamiyle, yan taraftaki pencerelerden içeri giren ve gün içinde açısı değişen ışığın neden olduğu bir göz yanılsaması. Zaten Rosalia'nın gözleri hiçbir zaman tam olarak kapalı olmadığından ışığın neden olduğu böyle bir etkinin, önce basit bir kuruntuya sonrasında ise genel bir yanılsamaya dönüşmesi oldukça normal.


Rosalia Lombardo gözlerini açıyor!

Kaynaklar: Vikipedi / Rosalia Lombardo   -   Vikipedi / İspanyol Gribi   -   Why Does This Mummy Appear To Open And Close Her Eyes?

20 Ekim 2014 Pazartesi

Kader




Kader nedir? Doğum anımızdan –hatta anne karnındayken- başlayıp ölüm anımıza kadar peşimizi bırakmayan ve metafizik bir güç veya daha dar anlamıyla bir tanrı tarafından belirlenmiş bir yol mudur? Yoksa sadece insanların uydurduğu deli saçması bir olgu mu?

Bazı insanlar hayatlarına kader inancı ile devam ederken bazıları bu inancı tamamen reddediyor ya da kader inancına şüpheci yaklaşarak orta-merkezci bir konumda durmaya çalışıyor. Lâkin, kader inancının neresinde dururlarsa dursunlar hemen herkesin bu konuda merak ettiği bir şeyler olduğunu düşünüyorum.

Geçen gün bu konu üzerinde düşünürken fark ettim ki kader dediğimiz şey ne tanrı yazgısı olan bir düzen ne de ilkel insanların sığınmak için buldukları bir liman. Kader diye tabir ettiğimiz şey, dünya üzerinde yaşayan her canlıyı birbirine bağlayan karma karışık bir süreç –aslında bakarsanız evrendeki canlı-cansız tüm varlıkları birbirine bağlayan bir süreç ancak konuyu daha da karmaşık bir hale getirmemek için bunu görmezden geliyorum-. Öyle ki kimi zaman bu sürece doğrudan müdahale edebiliyorken kimi zaman olduğumuz gibi sürecin dışına itiliyoruz.

Kaderi bir yol olarak düşünün; tıpkı yapraklarından arınmış bir ağacın dalları gibi farklı kollara ayrılan ve diğer kollarla bağlantılı olan bir yol. Yürümekte olduğunuz yol sizin hayatınızı; diğer yollar ise başkalarının hayatlarını temsil ediyor. Siz isteseniz de istemeseniz de birilerinin hayatları sizinkiyle kesişiyor, dolayısıyla siz de bundan etkileniyorsunuz.

Aynı şekilde siz de başkalarının hayatlarına giriyorsunuz ve böylelikle yolunuz daha fazla yol ile kesişiyor ve hayatınızın çok daha karmaşık bir hale gelmesine neden oluyor. Siz bazı insanları hayatınızdan çıkarsanız ya da onlardan uzak kalsanız bile, yollar bir kez kesiştiğinden her arkanıza dönüp baktığınızda, o insanların sizde bıraktıkları izleri hâlâ görüyor ve yaşıyorsunuz.

Aslında bakarsanız durum, göründüğünden biraz daha karışık; çünkü yaşantınızdaki insanların başka insanlarla olan ilişkileri, hayatınıza farklı insanların da dolaylı yoldan müdahil olması demek oluyor. Bu ise, çevrenizdekilerin ne kadar çok bağlantısı varsa sizin de o kadar çok -dolaylı- bağlantınız olduğu anlamına geliyor. Ayrıca dolaylı bağlantılarınızın hayatlarındaki insanlar da aynı şekilde size bağlılar -çok yakın olmasalar bile-. Şimdi yolların ne kadar karmaşıklaştığını gördünüz mü?

Her yol, bizi bir başka noktaya taşırken aynı zamanda başka hayatlar üzerinde de etki etmemize neden oluyor. Kimi zaman hayatımız başka hayatlarla kesişirken kimi zaman bambaşka hayatları uzaktan etkiliyor. Eğer başka birinin yoluna müdahale ederken o yolda bir çatlak oluşturursanız, müdahil olduğunuz kişi bu çatlaktan içeri düşebilir ve bu olurken bağlantılı olduğu diğer insanları da kendisiyle birlikte götürebilir. Yani, eğer birine kötülük ederseniz o da bir başkasına edecektir. Dolayısıyla, sizin yalnızca bir kişiye ettiğiniz kötülük, kelebek etkisi gereği, başka hayatları da etkileyecektir. Yolların tümü karmaşık ve bağlantılı olduğundan yaptığınız şey bir gün gelip sizi de bulabilir.

İşte, kader bu: Bizim seçimlerimiz ve bu seçimlerin başkalarına doğrudan ya da dolaylı etkileri ile başkalarının seçimleri ve bu seçimlerin bize doğrudan ya da dolaylı etkileri. Kaderimiz; bizim seçimlerimiz ile başkalarının seçimleri üzerine kurulu. Bu yüzden yaptığımız en ufak bir hareketin bedelini başka hayatlar ödüyor olabilir. Bunu unutmazsak dünya daha güzel bir yer olabilir.

18 Eylül 2014 Perşembe

Tanrının Yalnızlığı

neden yaratıldık

  İlâh olan; yani tek olan, daha dünya ya da evren yokken, insanoğlunun canlı, cansız ya da metafizik olarak tanımladıkları henüz yaratılmamışken vardı. Henüz zaman, mekân ve varlık bilinmiyordu. Bunları ilâh olanın kendisi de bilmiyordu.

  İlâh olan kendi varlığını sorguluyordu; nerede olduğunu, orada ne kadar zamandır olduğunu, kendisi dışında bir başka varlığın olup olmadığını. Etrafta başka birileri yok gibiydi. Kimse onunla ilgilenmiyor, onunla konuşmuyor ve hatta görünmüyordu bile. Bu nedenle ilk olarak yalnızlığı öğrendi ilâh olan. Yalnızlık, bilinmeyenin içinde bir başına olmak ve mücadelenin yükünü tek başına çekmekti.

  Bir an için yalnız başına kalmanın çaresizliğini hissetti ilâh olan, çaresizliğin ne olduğunu öğrendi. Sonra büyük bir öfke belirdi içinde. Çünkü ne yapacağını bilemediğini düşündü bir an için. Çaresizlik öfkeyi doğurmuştu adeta. Fakat içinde bir yerlerde, kötü olarak addettiği bu hislerin tam zıddının olduğunu da keşfetti. Çaresizlik yerini umuda bıraktı; öfke ise sevince.

  Umut, dayanma gücü vermişti ona. Ayrıca yalnızlığını yıkma cesaretini ve içindeki bilgeliğe ulaşma azmini de. Kendi içine döndü yavaşça, önce bir ayna yarattı ve kendisini görmek istedi fakat ayna boştu. Çünkü o aslında hiçbir şeydi, aynı zamanda da her şey.

  Sonra zamanı düşündü; bilgisi ve düşünceleri onu geçmişinin sonsuzluğuna götürdü fakat aynı zamanda onu an’a getirdi. Sonsuz zaman kadar yaşamış olanın bilgisine sahipti; lakin hiçbir şey eskimediğinden ya da değişmediğinden geçmişten bahsedebilmek imkânsızdı.

  Mekânı düşündü ilâh olan, ne bir yerdeydi ne de hiçbir yerde. Varlığını taşıyanın büyüklüğü önemli değildi zira o her yerdeydi aynı zamanda da hiçbir yerde. İlk olarak zamanı yarattı ve kendi varlığının bilincine vardı. Zaman ilerliyordu ve akıp giden her an zihninden geçen düşünceler değişiyordu. Zamandan sonra ise mekânı yarattı ve düşünsel varlığı vücut buldu ancak bunlar yeterli değildi; bilinmek, keşfedilmek istiyordu ilâh olan çünkü kudreti, başkaları tarafından görülmedikçe hiçbir önem arz etmiyordu.

  Neden sonra tekrar kendini düşündü ilâh olan. Özüne kadar indi, varlığının farkına vardı ve iğne ucu kadar bir noktadan parlayarak dört bir yana dağıldı. Adeta bilgisi kendisinden taşmıştı. Yarattığının her bir noktasına varıp o noktayı şekillendirdi. Hem en mükemmeli oynadı hem de en kusurluyu. İşte bu dengeydi.

17 Eylül 2014 Çarşamba

Doğal Yaşam ve Hayvan Hakları Sorunsalı

  Geçmişten bugüne, canlıların doğa yasalarının izin verdiği şekilde oluşum, gelişim ve ölüm süreçlerine bakarsak yaşam için gerekli olan enerjinin doğada her zaman mevcut olduğu sonucuna ulaşırız. Üstelik bu enerji hiçbir zaman azalmaz veya artmaz. Yani her canlı varlık evrende bir enerjiyi temsil eder ve bu varlık yok olsa bile enerjisi evrende var olmaya devam eder.

  Einstein’ın, evrenin genişlemediğini ve durağan olduğunu ifade eden “kozmolojik sabit” terimi daha sonra Hubble’ın yaptığı gözlemler neticesinde yalanlanmış olsa da evrendeki toplam enerji miktarını “kozmolojik sabit” ile açıklayabiliriz gibi gözüküyor. Örneğin bir yıldız, yaşamı boyunca evrene ısı ve ışık yayarak çekirdeğindeki yakıtı azaltır. Yakıtı bittiğinde ise infilâk eder ve dış katmanlarını uzaya doğru savurur. Savrulan tüm gaz, toz ve diğer bileşenler başka bir yerde, kütle çekimi etkisiyle bir araya gelir ve yeni bir yıldız doğar. Daha basit bir örnek vermek gerekirse; yeryüzünde bulunan su, ısının etkisiyle buharlaşır ve gökyüzüne yükselir. Burada yeterli derecede soğuma gerçekleştikten sonra yoğunlaşır ve yağmur olarak tekrar yere iner. İşte, evrendeki tüm yaşamın özeti de kısaca budur, yani döngü.

  Hepimiz kısır bir döngünün içindeyiz aslında; doğa bizim besin kaynağımız biz de doğanın. Tıpkı Şener Şen’in, Eşkıya’da söylediği gibi: “Korkma sadece toprağa gideceksin... Sonra toprak olacaksın... Sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin... Oradan özüne ulaşacaksın... Çiçeğin özüne bir arı konacak... Belki... Belki o arı ben olacağım.” Reenkarnasyona inanmayan?

  Peki, ben bu kadar şeyi neden anlattım, niçin anlattım? Aslında mevzumuz hayvan hakları ve hayvanların yenilip yenilemeyeceği sorunsalı. Artık, evrene göre hepimizin birer enerji olduğunu ve bir ölümün bir yaşam getirdiğini öğrendiğinize göre hayvan hakları konusuna "işin doğası" gereği yaklaşabiliriz.

  Doğada görebileceğiniz üzere vahşi hayvanlar diğer hayvanları avlayarak besleniyor ve hayatlarına devam ediyorlar. Yani bir canlı varlık enerji değiştirerek diğer canlı varlığa hayat veriyor. Büyük balıklar küçük balıkları, aslanlar antilopları, örümcekler sinekleri, bakteriler ve tenyalar bağırsaklardaki atıkları yiyerek hayatta kalıyor. O halde, işin doğası gereği hayvanları avlayarak onları kendimiz için birer besine dönüştürmemizde hiçbir sakınca yok değil mi? Çünkü doğal yaşam bunu gerektiriyor. Ayrıca insanlığın ilk çağlarında da canlı doğamız gereği avlanıyor ve bu sayede hayatta kalıyorduk.

  Peki, insanların hayvanlar üzerinde tam denetim sağlamaları ve hayvanlardan diledikleri gibi yararlanmaları doğal mıdır? Şirketlere “yasal dayanak” sağlayan kanunlar, sırf besicilik pazarının daha da büyümesi için hayvanların işkence altında kalıyor olmalarına ne kadar daha göz yumacak? GDO’lu besinlerle hızlıca büyütülen ve antidepresanla sakinleştirilen tavuklar, hızlı kilo alması ya da çabucak süt vermesi için gövdelerinden midelerine açılan delik sayesinde alelacele beslenen inekler (henüz Türkiye’de yok), dayak ve çeşitli ceza yöntemleriyle eğitilen sirk hayvanları, varlığı bile birçok insan için tartışma konusu olan Yunus Parkları ve niceleri… Peki ya sırf eğlence veya lüks giyim için avlanan hayvanlar?

  Bana kalırsa, doğamız gereği, et ile beslenmemizde bir sakınca yok ancak bu etin ne şekilde sağlandığı ve hayvanların hangi koşullarda yetiştirildiği önemli. Hayvanların lüks ya da eğlence amaçlı avlanmasına ise kesinlikle tahammülüm yok. Tabii aynı şekilde bilim adına hayvanları korkunç deneylere maruz bırakan insanlara da.

  Son olarak Çin’de köpek eti yenmesiyle ilgili konuya da değinmek istiyorum. Her ne kadar bu konu, duyulduğunda dünya çapında yankı uyandırıp hayvan hakları derneklerini harekete geçirmiş olsa da bu konuyu tartışmanın çok anlamsız olduğunu düşünüyorum. Eğer siz anlamlı olduğunu düşünüyorsanız o zaman bazı sorularıma kulak verin:

  - Bir hayvan türünün yenilip yenilemeyeceğine kim karar veriyor?

  - Bizim kırmızı et gözüyle baktığımız ineğe tapınan insanlar var, o halde onları neden dinlemiyoruz? 

  - Hayvan hakları dernekleri köpek etinin tüketilmesine neden karşılar ve medya neden et üretimi yapan şirketlerin pisliklerini göstermek yerine ta Çin’deki bir olayla ilgileniyor?

   Hayat sorgulayınca güzel. Esen kalın.