Dünyayı büyük bir felaket almıştı, bir hastalık… Bir korku hastalığıydı; yavaş yavaş ve sinsice ilerleyen, ileri aşamalarında ise insanı tamamen delirten bir hastalık…
Bilim
adamları hastalığa bir çare bulamamışlardı çünkü tamamen ortaya çıkana ve hemen herkese yayılana kadar neredeyse hiçbir belirti göstermemişti. Ayrıca çok kolay bulaşıyordu; içme
sularından, yiyeceklerden, havadan ya da tene değen herhangi bir şeyden… Bu
nedenle tüm dünyayı sarsması çok uzun sürmedi.
“Hastalığın 123. günü. Şehirdeki
çoğu insanı artık dışarıda göremez oldum. Herkes bir korku halinde, kimse
kimseye güvenmiyor. Bu hastalık bizi mahvetti. Şimdiden deliren birkaç yüz kişi
gördüm bile. Kimisi eline bir balta almış birbirini kovalıyor, kimisi camdan
aşağı atlıyor… Öylesine korkuyorlar ki; yanlarına gidip bir şeyiniz mi var diye
soramıyorum. Ben bile ölesiye korkuyorum; ancak durumumun diğerlerinden çok daha
iyi olduğunu inkâr edemem.
Hastalığın ilk kez
ortaya çıktığı dönemlerde insanlar işlerine –her şeye rağmen- devam ediyordu. Hükümet
yetkilileri her gün, ‘Tüm bunlar geçecek, bir çaresini bulacağız.’ diyorlardı lakin
bulamadılar. Üstelik devlet başkanı, canlı yayında korkusundan intihar ederek
tam bir kaosa neden oldu. O adamın, o dağ gibi adamın yüzündeki ifadeyi
unutamıyorum. Ben hayatım boyunca bu kadar korkan birini görmemiştim. Sanki
gözlerinin önünde, en sevdiği insanlara acımasızca işkence ediyorlardı. Aman
Tanrım! O nasıl bir korkuydu öyle, acaba ne düşünüyordu?
Daha sonra her şey
içinden çıkılamaz bir hâl aldı. En başta sağlık görevlileri, asker ve polisler,
bilim adamları ve pek çok siyasi, aileleriyle birlikte intihar etmeye
başladılar. Daha doğrusu, bu aileler evde birbirlerini linç ederek öldürdüler. Tam
bir katliam! Gazete manşetlerinde her gün ölüm haberleri… Artık kimsenin futbol
oynamadığı, eğlence programları düzenlemediği, gezilere katılmadığı, toplumun
yavaş yavaş sokaklardan çekildiği iğrenç bir dönem başladı.
Yine de o sıralarda,
sokakta bazen birilerine denk geldiğim olurdu. Marketleri, eczaneleri ya da
benzinlikleri yağmalayan kişiler… İnsanlar, erzak stokları tükendiği için
evlerinden çıkıp marketlere giderdi ve ihtiyaçları kadarını alıp hemen evlerine
geri dönerdi. Tabii bunu diğer insanları düşündükleri için değil; dışarıda
fazla zaman geçirmemek için yaparlardı çünkü herkes birbirinden ölesiye
korkuyordu.
Bir süre böyle devam
etti. Bir sonraki aşamaya geçene kadar pek çok kişi daha öldü. Pek çok mu yoksa
yarımızdan fazlası mı, tam hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey bir sonraki
aşamanın diğer ikisinden çok daha korkunç olduğu. İnsanların çoğu dışarıdaydı,
kimse evinde kalmak istemiyordu. Sanırım herkesin klostrofobisi vardı. Çok az
insan konuşuyor, çok çok daha azı dinliyordu. İnsanlar yediklerinden,
içtiklerinden ve yürüdüklerinden bile korkar olmuştu. İnsanlar artık şiddetten
değil; açlıktan ve susuzluktan ölüyordu. Etrafımda benim gibi birkaç kişi hayatta
kalmayı başardı ancak daha sonra hayatta kalanların birçoğu delirdi. Yerlerde
yuvarlanan, duvar diplerinde sallanan, parmaklarını kesen ya da gözlerini oyan
insanlar gördüm. Bunları görüp de delirmemek elde mi?
Fakat en kötüsünü şu an
yaşıyoruz. Kalanların çoğu yıkık dökük evlere döndüler -Sahi, evler neden yıkık
dökük? Sanırım bazı zamanlar savaş yapıldı ancak kimle, neden? Bu sorular
aklımı kurcalıyor- İnsanlar yine dışarıya çıkamıyor. Şehir berbat durumda, her
yeri toz kapladı ve havalar artık çok daha sıcak. Hastalık evrim geçirerek
hayvanlara da bulaştı –yani büyük kıyımdan kalanlara- Şimdi onlar daha da mağdurlar.
Korkularından avcılık bile yapamayıp açlıktan ölüyorlar. Akbabalar cesetlerden
korkup yanlarına yaklaşamıyorlar. Tüm düzen değişti, korku çağı tüm yaşamın
sonunu getirdi.
...
Hastalık beynimi
kemiriyor, artık korkumdan aynalara bile bakamıyorum. Her yer çok sessiz, çok
ürkütücü… Bazen düşünüyorum da sanırım etrafta ses olursa daha da ürkütücü olur…
...
Geçen gün yerde dolanan minik bir böceği zorla yedim.
Öncesindeki bir iki gün, korkumdan su bile içmemiştim –temiz, çamurlu bir su
bulabilmiş olmama rağmen- Gittikçe paranoyak bir hâl alıyorum galiba. Belki de
böcek ölmemiştir, belki de beynimi kemiren odur?
...
Ayaklarımı sürüye sürüye
yolda ilerliyorum, sanırım sıcaktan dolayı şapkam kafama yapıştı. Şapkamı
çıkarmalı mıyım? Belki de denemeliyim. O da ne? Sesler duyuyorum, sevinmeli
miyim? Belki de sevinmemeliyim, çünkü bunlar bağırış sesleri gibi ya da bir
çeşit hırlama da olabilir. Geri dönmeliyim! Geri dön…
Önüme düştü! Önüme
düştü! Adam önüme düştü, işte böyle önüme düştü! Hah ha! Şuradan düşmüş olmalı.
Bir dakika, hayır! Onu camın önünde duran adam itmiş. Evet, onu itmiş! Artık
yaşadığı korkuya dayanamayarak onu camdan itmiş ve ondan sonsuza kadar
kurtulmuş. Adam delirmiş, adam delirmiş, adam delirmiş, adam delirmiş…
...
Geçen gün yerde gördüğüm
savunmasız bir çekirgeye uzanıyordum ki hemen sağ yanımdan bazı çığlıklar işittim.
İki kadın birbirinden ölesiye korkuyordu ve çığlık atıyordu. Kaçışmaya
çalıştılar fakat beceremediler. Yüz ifadeleri değişmişti ve şişip kabaran damarları seçilebiliyordu. Bir de gözler vardı tabii; kıpkırmızı gözler. Sonuna kadar
açılmış, iri gözler… Birbirlerini öldürdüler…
...
Ölüm nedir? Peki ya,
yaşam? Delilik nedir? Artık delilik ayrımının kalktığına eminim, şayet bana
deli diyebilecek bir akıllı kalmadı. Korkunun ne demek olduğunu dahi unuttum ya
da unuttuğum şey korkmamanın ne demek olduğu. Artık böcek bile yiyemiyorum;
otların köklerinden beslenmekten başka yapabildiğim hiçbir şey yok. Yaşam ile
ölüm arasında bir yerdeyim, enerjimin son damlalarını nerede tüketeceğimi
şimdiden merak ediyorum.
...
Çıldırmanın
sınırlarındayım. Her yeri leş kokusu sardı, ben de yakında onlardan biri
olacağım. Artık kimse, sesini bile çıkarmıyor. Kimse kimseye bakmıyor; ben de
kimseye bakmıyorum. Belki de kimse diye bir şey kalmamıştır; lakin bunu
öğrenecek cesaretim yok. Çıldırmanın sınırlarındayım. Her yeri leş kokusu…
Önümdeki gölge kime ait?
Ayakta duran birisi mi var? İlerleyemiyorum; geriye de dönemiyorum. Sahi, ben
neden yürüyordum ki? Bu gölge de ne böyle? Önümdeki gölge kime ait? Gölge varsa
ışık da var olmalı... Yoksa var olmak zorunda değil mi? Işık varsa ben uzun zamandır
neden karanlıkta yaşıyorum? Önümdeki gölge de neyin nesi?
...
Kafamı kaldırıp bakmalı
mıyım? Şayet, dayanacak gücüm kalmadı; buna artık bir son vermeliyim. Kafamı
kaldırmalı… Aman Tanrım! Bir adam bana bakıyor! Kafasını kaldırmış o da…
Çığlık atıyor, yüzü kızarıyor, gözleri büyüyor! Saldıracak olmalı, ne
yapmalıyım? Kendime gelmeliyim, kaçmalıyım çünkü elinde bir balta tutuyor!
Şimdi ise baltayı havaya kaldırıyor! Bir adım geriye gitmeliyim. Evet, geriye…
...
Adam çatlıyor! Adam
çatlıyor! Eli havada kaldı, kıpkırmızı gözleri yuvalarından fırlıyor! Adam
çatlıyor! Koşmalıyım, kaçmalıyım! İleriye daha da ileriye! Gücüm yettiğince!
Koşarken birine mi çarptım? Belki de o bana çarptı? Yo, ben çarptım, hatta
şimdi bir başkasına daha! İnsanlar peşimden mi geliyor? Herkes kaçışmaya
başladı, herkes çığlık atıyor! İnsanlar birbirini öldürüyor! Aman Tanrım, ben
ne yaptım böyle? İşte, yine başladık! Neye başladık? Etrafta hiç kimse yok ki…
...
Sıcağın altında cayır
cayır yanan vücudum adeta “cos” etti. Beni gitgide alaşağı eden bu yerde, uzun
zamandır aradığım huzuru bulmuş olmalıyım. Serinlik, sessizlik ve huzur… Görüntü
gittikçe bulanıklaşıyor; böylece o çirkin şehri anbean daha az seçebiliyorum. Işık
her geçen saniye azalıyor ve etrafımda dağılıyor. İçine düştüğüm bu berrak su,
beni tüm dertlerimden kurtarıyor. Zihnimin tüm oyunları artık sona eriyor, bu
zihin-dandan artık kurtuluyorum.