Bilim Tarihinin
Işığında Modern Bilim yazı dizimizin I ve II. bölümlerinde, Galileo ile
başlayıp Newton ile devam eden ve doğa yasalarını doğanın kendi mekanizmalarını
kullanarak açıklayan öncü bilim insanlarını görmüş, bilimsel bilgiyi deney ve
gözlem yoluyla geliştiren Faraday gibi kâşiflere tanık olmuş ve Maxwell ile
Boltzman gibi matematik dehaları sayesinde teorik fiziğe giden yolun nasıl döşendiğine
şahitlik etmiştik. Bilim Tarihinin Işığında Modern Bilim yazı dizisinin bu bölümünde
ise Kuantum Mekaniği ve Genel Görelilik Teorisine giden yoldaki önemli
gelişmeleri ele alacak, ışığın doğasının kavranmasına ilişkin araştırmaları
derleyecek ve bilim tarihinin iki önemli ismi olan Marie Curie ve Max Planck’in
çalışmalarını inceleyeceğiz.
1890’lara gelindiğinde klasik fizik epey bir yol kat
etmişti. Newton mekaniği, hem Dünya üzerindeki cisimlerin hareketini hem de gezegenler,
uydular ve kuyruklu yıldızlar gibi astronomik cisimlerin yörünge hareketlerini açıklıyordu.
Bunun yanı sıra Maxwell’in elektromanyetizması elektriksel ve manyetik
olguların (ışık olgusunun niceliksel bir açıklaması da dâhil) kapsamlı bir
şekilde anlaşılmasını sağlıyor, termodinamik yasaları ise, ısı olgusu ve ısının
mekanik harekete dönüşme süreci hakkında ayrıntılı bilgiler veriyordu. Ancak
yine de bilim insanlarının kafalarında önemli bazı soru işaretleri de vardı.
Çünkü ortaya konan bu güçlü teoriler bazı deneysel gerçekliklerle uyuşmuyordu. Bu
gerçeklerden birisi, ısıtılmış cisimlerin verdiği ışık frekanslarıyla ilgiliydi.
Her Şey Işıkla Başladı
Işığın doğasıyla ilgili tartışmalar neredeyse iki yüzyıldır
devam etmekteydi. Newton ışığın, taneciklerden oluştuğunu öne sürmüştü fakat
kütle çekim kuramını kullanarak girişim, kırınım, yansıma gibi ışık olgularını
açıklamakta pek başarılı olamamıştı. 19. yüzyılın başlarına gelindiğinde
İngiliz bilim insanı Thomas Young’un yaptığı ünlü çift-yarık deneyi, ışığın
paketçikler halinde değil dalgalar halinde yayıldığını göstermiş ve bu sebeple
Newton’un bu görüşü terk edilmeye başlanmıştı.
Çift yarık deneyini basitçe anlatmak gerekirse; karşınızda
ortasında bir yarık bulunan bir engel olduğunu ve engelin arkasında ışık
fotonlarını tutan bir duvar olduğunu düşünün. Işığı buradaki engele
tuttuğumuzda, ortadaki dikey yarıktan geçen ışık, duvarın üzerinde dikey bir desen
(girişim deseni) oluşturacaktır. Peki, tabeladaki yarık sayısını ikiye
çıkardığımızda ne olur? Eğer ışığın paketçikler halinde, yani fotonlar ile
iletildiğini düşünürseniz iki yarıktan geçen birbirinden farklı fotonların,
arkadaki duvarda iki girişim deseni oluşturmasını beklersiniz öyle değil mi?
Ancak ışık böyle davranmıyor ve duvarın üzerinde çoklu çizgiler oluşturuyordu.
Yani tıpkı bir suyun içine bırakılan taş misali, bırakıldığı noktadan dalga
şeklinde yayılarak ilerliyordu. Young’un elde ettiği bu sonuç, ışığın Newton’un
öne sürdüğü gibi paketçikler halinde değil dalgalar halinde yayıldığını gösteriyordu.
Elimize bir taş alıp, yüksekten katı bir yüzeye bırakırsak, taş düştüğü yerde bir iz bırakır. Ama aynı taşı alıp suya bırakırsak, düştüğü yerde bir dalgalanma oluşturur. Eğer sudaki aynı noktaya tekrar tekrar taş atmaya devam edersek, karşımıza iç içe geçmiş ve genişleyerek hareket eden halkalardan oluşan bir dalga motifi çıkar. Eğer suyun üzerinde birbirine yakın iki noktaya aynı anda ve sürekli taş atarsak, bu sefer aynı motiften iki tane görürüz ve bu halkalar açılıp büyümeye devam ettikçe birbirinin içinden geçerek bir desen oluşturur. Bu desene “girişim deseni” denir. Thomas Young’un çift yarık deneyinde gördüğü motif de tam olarak buydu. |
|
Işık Parçacık mı Yoksa
Dalga mı?
Young’un yaptığı bu deneyin ardından, ışığın dalga kuramı
bir anda kabul edilmedi. Fresnel’in tamamlayıcı çalışmalarına rağmen 1800’lü
yılların ortalarına kadar ışığın dalga kuramı tam olarak oturmadı ve bu sorun
ancak James Clerk Maxwell’in elektromanyetizma üzerine yaptığı çalışmalar
sayesinde çözülebildi. Bir önceki yazımızdan da hatırlayacağınız üzere Maxwell,
elektromanyetizmanın tam bir kuramını geliştirerek ışığın aslında
elektromanyetik dalga olduğunu göstermişti.
Maxwell 1861 ve 1862’de yayımladığı dört bilimsel çalışmayla
elektromanyetik dalgaların yayınımının matematiksel bir açıklamasını yaptı.
Denklemlerde, elektromanyetik dalgaların hareketinin hızlarını içeren bir sayı
vardı. 1850’lerde yapılan deneylerle ölçülen bu sayının, kesin olarak ışık hızına
eşit olması Maxwell’i doğruluyordu. Böylelikle uzun yıllardır süre giden
tartışma sonuçlanmış görünüyordu: Işık bir dalga gibi yayılıyordu. Oysa 50 yıl
kadar sonra ışığın parçacık kuramı tekrar sahne alacaktı…
Geri Sar, Geri Sar, Geri
Sar
Kuantum mekaniğini anlayabilmek için ışığın doğasını anlamak
son derece önemlidir. Bildiğiniz ve defalarca tekrar ettiğimiz üzere, Isaac Newton
ışığın doğası ve optik üzerine onlarca çalışma yapmıştı. Newton, gün ışığını
prizmadan geçirerek, beyaz ışığın aslında beyaz olmadığını ve birçok farklı
renkteki ışığın birleşimi olduğunu göstermişti. Çok geçmeden ışığın
renklerinin, görünen ışığın renkleriyle sınırlı olmadığını, kırmızı ve mor
ışığın ötesinde, çıplak gözle göremediğimiz farklı renkte ışınların olduğunu da
öğrendik.
Beyaz ışık dediğimiz şey görünen ve görünmeyen ışınların
birleşimiydi, bunu anladık. Peki, bu ışık nasıl yayılıyordu: Bir mermi gibi mi
yoksa bir su dalgası gibi mi? Newton, ışığın paketçikler halinde yayıldığını
düşünüyordu fakat Thomas Young’un yaptığı deney, ışığın dalgalar halinde,
ekranda birbirini takip eden aydınlık ve karanlık çizgiler oluşturacak şekilde
yayıldığını göstermişti.
Thomas Young’un ardından, Maxwell’in yaptığı çalışmalar
sayesinde dalgaların bir elektrik ve manyetik karakteri olduğunu, hatta
elektrik ve manyetizmanın tek bir olgu olarak betimlenebileceğini öğrenmiştik. Bu
durumda ışık da elektromanyetik bir dalgaydı.
|
Işık dalgalar halinde yayıldığına göre ışığın bir dalga boyu ve frekansı (sıklık) vardır. Bildiğiniz üzere iki dalga tepesi ya da çukuru arasındaki mesafeye (bir tam devir) dalga boyu denir. Bir saniyede üretilen dalga sayısı ise frekanstır. Kısa dalga boyuna, dolayısıyla yüksek frekansa sahip ışık (morötesi) son derece enerji yüklüyken; tersine, uzun dalga boyuna ve düşük frekansa sahip ışığın (kızılötesi) enerjisi ise azdır. |
Atom Modelleri ve Işığın
Madde ile İlişkisi
Atom kelimesi Yunanca “atomos”
yani bölünemez kelimesinden
türetilmiştir. Antik Çağ’ın ünlü filozoflarından Demokritos’a göre madde
parçalara ayrıldığında en sonunda bölünemeyen bir tanecik elde edilecektir ve
işte bu taneciğin adı atomdur. Bilimsel anlamda ilk atom modelini ortaya atan
John Dalton, atomu yekpare bir küre şeklinde ve yine bölünemez olarak niteledi
ancak William Crookes’un katot tüpü ile yaptığı çalışmalar, atomun daha küçük
parçacıklardan oluştuğunu ortaya koydu.
|
Thompson’un “üzümlü kek” olarak da bilinen, pozitif ve negatif yüklerin atomda homojen dağıldığı atom modeli. |
Katot tüpü içerisinde yüksek voltaj altında oluşan,
elektriksel ve manyetik alandan etkilenen bir ışın türü keşfedilmişti: Katot ışınları. Bu ışınlar üzerine
detaylı çalışmalar yapan John Joseph Thomson, bu ışınların aslında bildiğimiz
“ışık” olmadığı, aksine negatif yüke sahip ve belli bir kütlesi olan
parçacıklar olduğunu oraya koydu. George Stoney bu parçacıklara
"elektron" adının verilmesini önerdi. Thompson daha sonra içinde
elektronların bulunduğu bir atom modeli ortaya koyarak, içerisinde elektron
dışında henüz bilinmeyen bir pozitif yüklü parçacığın da bulunduğu (çünkü atom
nötr olmalıydı) bir model oluşturdu.
Bu modelin ardından, Ernst Rutherford isimli Yeni Zelanda
asıllı bir İngiliz bilim insanı yaptığı altın levha deneyi ile atom
içerisindeki pozitif ve negatif yüklerin homojen dağılmadığını, pozitif
yüklerin atomun tam merkezinde bulunduğunu keşfetti. Atomun çekirdeği
protonlardan oluşmalı ve negatif yüklü elektronlar ise merkeze düşmemek için
atom çekirdeği etrafında dönmeliydi. Lise sıralarında bizlere gösterilen atom
modeli Ernst Rutherford’un hazırladığı bu modeldir.
Bu sıralarda ışıkla ilgili yapılan araştırmalar, yeni
keşiflerle birlikte sürüyordu. Joseph von Frauenhofer, güneşten gelen ışık
tayfında karanlık bazı çizgilerin olduğunu keşfetmişti. Bu siyah çizgileri
detaylı şekilde incelediğinde, bir şeylerin ışığın izgesindeki bu bölgeleri
soğurduğunu anladı. Başka yerlerden de teyit edilen bu keşif, atom ile ışık
arasında tuhaf bir bağ olduğunu gösteriyordu.
|
Güneşten gelen ışığın tayfındaki karanlık, yani soğurulan bölgeler. |
O esnada Gustav Kirchoff ve Robert Bunsen ise ısıtılan
elementlerin farklı renklerde, kendilerine özgü ışın demetleri yaydıklarını
keşfettiler. İşin garip yanı, elementlerden yayılan ışınlar ile ışık tayfındaki
karanlık bölgeler birbirlerine tam olarak oturuyordu. İşler tam bu noktada
karışmıştı: Nasıl olurdu da herhangi bir element ısıtıldığında, yani atomlarına
enerji verildiğinde belirli dalga boyu ve frekanslarında ışıma yapabilirdi?
Rutherford’un atom modeli, bir atomun ışığı soğurup bir süre sonra yayınlaması
karşısında çaresiz kalmıştı. Artık yeni bir modele ihtiyaç vardı.
Klasik fiziğin, birbirinden farklı modeller ve teorilerle
içinden çıkamadığı bu krizi Danimarkalı bir deha çözdü: Niels Bohr. Bohr’a göre
yapılması gereken, elektronları tek bir katman (yörünge olarak düşünebilirsiniz)
üzerinde tanımlamaktansa enerji seviyeleri birbirinden farklı katmanlara
yerleştirmekti. Böylece enerji kazanmış olan bir elektron bir üst katmana
sıçrayacak fakat bir süre sonra burada fazla kalamayacağı için (doğası gereği
orijinal konumuna dönmek isteyecektir) daha düşük enerjili bir katmana
inecektir. Bu esnada, kendisini üst katmana sıçratan enerjiyi ise çoğunlukla
aynı miktarda olmak üzere fotonlar şeklinde geri yayınlayacaktır.
Bu model bize, kendisine enerji verilmiş olan atomun
içindeki elektronun daha üst bir enerji katmanına çıktığını fakat daha sonra
orijinal pozisyona dönebilmek için bu enerjiyi ışın olarak yayınlayıp bulunması
gereken alt enerjili katmana sıçradığını söyler. İşte bu sıçrama olayları
esnasında atomdan yayılan enerjiye ışınım denir ve bildiğiniz gibi mutlak
sıfıra yaklaşmayan her bir cisim ışıma yapar (İnsanlar da ışıma yapar ve bunu
ancak termal kameralarla görebiliriz).
Kuantum Fiziği: Başlangıç
19. yüzyılın başlarından itibaren fizikçiler ve kimyacılar
anlamlandıramadıkları birçok keşif ve buluşa imza attılar. Newton’un 1687
yılında yayınladığı Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri kitabının ardından her
şeyin bulunduğu, doğanın sırrının çözüldüğü varsayımının doğru olmadığı son
derece açık şekilde görülüyordu. Henüz her şeyin çok başındaydık ve çözülen her
problem, cevaplanan her soru yeni sorular sormamıza neden oluyordu.
Bu zamanlarda klasik fiziğin başına bela olmuş olan üç
önemli konu vardı: Fotoelektrik etki, radyoaktivite ve kara cisim ışıması.
Şimdi bu sorunların nasıl çözüldüğüne bir bakalım:
Alexandre Edmond Becquerel, henüz 19 yaşındayken babasının
laboratuvarında ilk fotovoltaik düzeneği kurdu. Fotovoltaik, üzerine ışık düşen
metal levhanın (ya da çözeltiye daldırılmış levhanın) üzerinde oluşan elektrik
akımını anlatan ifadedir. Bu fenomen keşfedildiğinde açıklanamadı ancak bilim
tarihine bir not olarak düşüldü. Ardından 1887 yılında Heinrich Rudolf Hertz,
aynı etkiyi morötesi ışık altında inceledi. Duruma yine bir açıklama
getirilemedi ancak yapılan bu gözlem, zamanının en önemli bilimsel yayını olan Annalen der Physik’te yayınlandı.
Bu gelişmelerin ardından, 1895 yılında Wilhelm Conrad
Röntgen X ışınlarını keşfettiğini duyurdu. Işınların keşfedilişinin ardından,
yalnızca 1 yıl sonra, Antoine Henri Becquerel (Edmond Becquerel’in oğlu)
tesadüf eseri uranyum tuzunun, fotoğraf filmleri üzerinde etkide bulunduğunu
keşfetti. Bu keşif, bazı maddelerin kendi kendilerine ışık yayabildiğini
gösteren ilk gözlem olmuştu. Peki, nasıl oluyordu da maddelerin bazıları kendi
kendilerine ışık yayabiliyordu?
Dünyayı Değiştiren Kadın:
Marie Curie
Bilim insanları ve doktorlar için hayati önem taşıyan
çalışmaların mimarı olan ve bilim tarihinin en önemli figürlerinden birisi olarak
kabul edilen Marie Skłodowska Curie, iki farklı kategoride iki farklı Nobel
ödülü kazanmış olan ilk ve tek bilim insanıdır. Hayatı boyunca yaptığı onca
önemli araştırmanın yanı sıra, radyum elementini bularak atomun gizemlerini
çözmemizi sağlamış olmasıyla tanınır.
|
Marie Skłodowska Curie (7 Kasım 1867 – 4 Temmuz 1934) |
|
Tarihin en güçlü kadın figürlerinden birisi olan Marie
Curie, 1867 yılında Polonya’da, mali sıkıntılarla boğuşan bir ailede dünyaya
geldi. İlkokul yıllarından itibaren son derece başarılı bir öğrenci olan Curie,
Rus işgali altında olan Polonya’da, ablası ve annesini de kaybetmesine rağmen liseyi
birincilikle tamamlamayı başardı. Ancak Varşova Üniversitesi’ne Polonyalı
kadınların kabul edilmemesi nedeniyle ablasıyla birlikte yurt dışında okuma
kararı aldılar. Buna göre para biriktirmek için çalışacaklardı ve önce ablası
sonra da Marie, Paris’te üniversite eğitimlerini tamamlayacaktı.
Polonya’da çalıştığı süreçte, o dönem okula gidemeyen
Polonyalı gençler için bağımsız akademisyenler tarafından kurulmuş olan
Floating University’de (Gezici Üniversite) gönüllü eğitmen olarak yer alan
Curie, aradan geçen birkaç yılın sonunda, ablası ve kendisine yetecek kadar
parayı biriktirmeyi başararak nihayet Paris’e gidebildi.
Paris’te yaşadığı yıllar boyunca, maddi imkânsızlıklar
dolayısıyla bir taraftan kütüphanede çalışıyor, bir taraftan Fransızca
öğreniyor, diğer taraftan da bölüm derslerine katılıyordu. Müthiş dehası ve
azmi sayesinde, omzundaki onca yüke rağmen 1893’te bölüm birincisi olarak mezun
oldu ve fizik yüksek lisansına kabul edildi. Bunun yanı sıra burs kazanarak
matematik bölümünde de okumaya başladı ve aynı yıl farklı çelik türlerinin
manyetizma özellikleri üzerinde araştırma yapan bir şirkette çalışmaya başladı.
Bu süreçte, kristaller ve mıknatıslarla ilgili
çalışmalarıyla tanınan Pierre Curie ile tanıştı ve birlikte çalışmaya başladılar.
Bu iki bilim aşığı insan bir süre sonra birbirlerine âşık olup hayatlarını
birleştirme kararı aldılar ve çalışmalarına birlikte devam ettiler.
Marie Curie, fizik doktorasını bitirmesinin ardından, Henri
Becquerel’in ışın yayan maddelere ilişkin keşfini öğrenmiş ve son derece
heyecanlanmıştı. Curie, diğer elementlerden gelen uranyum tipi ışınları
sistematik şekilde araştırmaya başlayarak toryumun da buna benzer ışınlar
yaydığını keşfetti. Araştırmalarına devam eden Curie, 1898 yılında yeni bir
element bulduğunu açıkladı: Polonyum. Ayrıca uranyum, toryum ve polonyumu ifade
eden radyoaktif terimini de
literatüre kazandırmayı başardı. Yine aynı yıl içinde hepsinden daha radyoaktif
bir element olan radyumu keşfetti.
Curie çifti bir depo kiralayarak bu elementler üzerinde
canla başla çalışmaya başladılar ve üzerinde çalıştıkları taşlardan birkaç gram
saf radyumu çıkarmayı başararak radyumun atom ağırlığını hesaplayabildiler. Tüm
bu çalışmaları neticesinde Curie çiftine, 1903 yılında, Nobel Fizik Ödülü verildi. Çift, bir süre daha birlikte çalışmaya
devam etti ancak Pierre Curie’nin elim bir kaza sonucu hayatını kaybetmesiyle,
Marie Curie çalışmalarına tek başına devam etmek zorunda kaldı.
Bir taraftan maddi imkânsızlıklar, bir taraftan politik
zorluklar, diğer taraftan kadınlara yönelik ayrımcılıkla boğuşan Marie Curie,
her şeye rağmen ve eşi Pierre Curie’nin de desteği sayesinde çok önemli
çalışmalara imza atmış oldu. 1911 yılına gelindiğinde, radyum ve polonyum
keşifleri nedeniyle, bu sefer Nobel
Kimya Ödülü’nü kazandı ve bu sayede iki farklı alanda Nobel ödülü alan ilk
ve tek bilim insanı unvanına sahip oldu.
Görüldüğü üzere, Marie ve Pierre Curie çifti sayesinde, bazı
elementlerin neden ışın yaydığının sırrı çözülmüştü. Radyoaktivite olarak
adlandırılan bu sürecin, zaman içerisinde insanlara verdiği zarar da
anlaşılmaya başlandı. Yine de klasik fiziğin içinden çıkamadığı konulardan
birisi bu şekilde çözülmüş oldu.
Çalışmalarının Değerini
Yalnızca Einstein’ın Anladığı Adam: Max Planck
Alman asıllı ve Nobel ödüllü bir fizikçi olan Max Karl Ernst
Ludwig Planck, 1858 yılında Kiel’de doğdu. Geleneksel ve entelektüel bir ailede
doğan Planck, gençken şan dersleri almış, piyano, çello ve org çalmıştı. Müziğe
de yetenekli olmasına rağmen fizik okumayı seçti ve Münih'te fizik profesörü
olan Philipp von Jolly’nin derslerine girmeye başladı. Okulunu bitirdikten
sonra, bir süre Münih’te ücretsiz olarak çalıştı ve ardından ısı teorisi
alanında yaptığı çalışmalar sayesinde Kiel Üniversitesi’ne doçent olarak
atandı.
|
Max Karl Ernst Ludwig Planck (23 Nisan 1858 – 4 Ekim
1947) |
1894 yılına gelindiğinde Planck, siyah cisim radyasyon
sorununa ilgi gösterdi. Kara cisim, üstüne düşen ışık dâhil her türlü
elektromanyetik ışınımı soğuran bir cisimdir fakat genel olarak kara cisim ışınımı ısıtılan bir cismin
yaydığı ışınım olarak bilinir ve 1850’lerden beri incelenen bu fenomen
etrafımızdaki pek çok olayda görülür. Örneğin, yaklaşık 6000OC yüzey
sıcaklığına sahip güneşten veya ısıtılan bir metalden gelen ışınım bir kara
cisim ışınımıdır. Deneysel olarak ölçülebilen bu ışınımın dalga boylarına göre
yoğunluk tayfı çıkarılmıştı. Ama 19. yüzyılın sonlarında fizikçilerin
çözemediği bilmece, bu kara cisim ışımasının düşük dalga boylarında neden
sonsuz parlaklığa ulaşmadığıydı. Diğer bir deyişle, o zamanki fizik kuramları
kara cisim tayfını açıklayamıyordu.
1879 yılında Thomas Edison’un ampulü icat etmesinin ardından
bilim insanları daha verimli ampuller geliştirebilmek ümidiyle farklı
materyaller ve gazlarla denemeler yapıyordu. Gazlar ısıtıldığında ortaya çıkan
aleve bir prizmadan baktıklarında ise çok ilginç bir şey keşfettiler: Renkler,
farklı farklı çizgiler halinde, birbirlerinden ayrı şekilde duruyordu. Normal
şartlarda renklerin kesintisiz bir gökkuşağı şeklinde görülmesi gerekirken
neden böyle kesintili ve kalemle çizilmiş gibi göründüğünü anlayamadılar.
Max Planck, termal radyasyon konusuna son derece
takıntılıydı ve bu fenomeni açıklamak için denemediği formül kalmamıştı. Fakat
bir gün elindeki denkleme, daha sonra Planck sabiti (E=hv) olarak anılacak olan
bir sabit eklediğinde tüm taşların yerine oturduğunu fark etti. Max Planck, bu
sabit ile bir maddeden yayılan ışığın, maddenin enerji durumuna göre hangi
dalga boyunda yayılması gerektiğini açıklamıştı.
Işınımla birlikte maddeden yayılacak olan enerjinin bir
limiti vardı ve örneğin düşük frekansta enerji yayan maddenin düşük enerji;
yüksek frekansta enerji yayan bir maddenin ise yüksek enerji harcaması
gerekiyordu. Bu sabit, her dalga boyunda maddeden yayılan enerji miktarını
anlamamızı sağladı. Planck, enerjinin sürekli değil; kesikli olması nedeniyle ışığın
kuanta adını verdiği paketçiklerle taşındığını savundu (Quanta’nın çoğulu
Quantum’dur ve Kuantum Fiziği, adını buradan alır).
Kuantum Kuramının Doğuşu
Işınım konusunun klasik fizikte sorun yaratmasının nedeni klasik
elektromanyetik dalga yaklaşımı formüllerinin, “sıcaklık arttıkça yayılan
ışınımın enerjisi de doğrusal olarak sürekli artar” demesiydi. Dolayısıyla
ışınım enerjisine bir sınırlama getirmiyordu. Bu durumda kabul edilmesi gereken
şey, bir cismin ne kadar sıcak olursa o kadar yüksek frekansta ışın salacak
olmasıydı. O halde yanan bir şömineye odun atıp ısısını yükselttiğimizde,
toplam ısı enerjisinin tamamının en yüksek enerjili ışınlar yayması ve bizi
anında kızartması gerekiyordu. Yani şöminenin enerjinin çoğunu morötesi
frekanslarda yayıp tüketmesi gerekiyordu. Fakat gerçek bu değildi; şömine anlaşılmaz
bir biçimde orta frekanslarda en fazla, düşük (kızılötesi) ve yüksek enerjili
(morötesi) frekanslarda ise daha az ışınım yapıyordu. Bu nedenle zamanın klasik
fizikçileri bu çıkmaza "morötesi felaket" adını vermişlerdi.
Bu sorunu çözen kişi Max Planck olmuştur. Planck kısaca,
doğayı süreklilik algısıyla deneyimliyor olmamızın onu sürekli kılmadığını,
etrafta her şey kesintisiz akıyor görünse bile aslında her şeyin kesikli ve
öbekli yapıda olduğunu söyledi. Enerjinin bile!
Enerjinin bu şekilde, tıpkı Boltzmann'ın gaz molekülleri
gibi ayrı, bağımsız birimler olarak, minik halinde yayıldığını varsaymak o
zamanlar için hem anlaşılmayan hem de dâhiyane bir buluştu. Düşünün ki
üzerimize Güneş’ten gelen ve saniyede trilyon çarpı trilyon tane parçacık nedeniyle
adeta bir kuanta yağmuruyla ıslanmaktayız. Her bir kuantanın enerjisi, sadece
frekansı (dolayısıyla dalga boyu) ile orantılıdır. "h" (Planck
sabiti) ise frekansı enerjiye çeviren sabit kurdur ve bu keşif kendisine 1918
yılında Nobel Fizik Ödülü’nü
kazandırmıştır.
Albert Einstein, bu
inanılmaz bulguyu, yani ışığın paketçikler halinde ve kesik kesik gelmesi
fenomenini geliştirerek, tam 5 yıl sonra fotoelektrik etki adını verdiği bir
çalışma yayınladı. Fotoelektrik etki bir ışık demetinin metal bir yüzeyden
elektron sökmesi olayıdır. Klasik fiziğe göre ışık bir dalgadır ve tıpkı
kumsala vuran su dalgalarının kum tanelerini alıp götürmesi gibi, metal yüzeye
çarpan ışık da enerjisi az ya da çok olsun mutlaka metalden elektron
koparabilmelidir. Fakat gerçeklik böyle değildi.
Einstein, Max Planck’in bulgularını ele alarak ışığın enerjisinin
belli bir değerin altında olması durumunda, şiddeti ne olursa olsun tek bir
elektron bile koparamayacağını gösterdi. Eşik değerin üzerine çıkıldığında
metal yüzeyden elektron koparılabiliyor (yani elektrik akımı oluşuyor) ve ışık
demetinin eşik değerdeki enerjisi sabit tutulurken şiddeti artırılırsa sökülen
elektronların sayısı artıyordu. Bu, ışığın elektronlara enerji transferini
belli büyüklükte “enerji paketleri” yani “kuanta”lar halinde sunduğu takdirde
anlam kazanan bir durumdu. Bugün kullandığımız sensör, güneş paneli ve fiber
optik kabloların üretilebilmesi sağlayan bu keşfin, Einstein’a 1921 yılında Nobel Fizik Ödülü’nü kazandırdığını da
belirtmek gerekir.
Einstein’ın fotoelektrik olaya getirdiği çözüm, ışığın dalga
modelini (Young, çift yarık deneyiyle ışığın dalga olduğunu ispatlamıştı) bir
kenara atıp “foton” adı verilen taneciklerden oluştuğunu kabul etmemizi
gerektirdi. Dalga-parçacık ikilemi denilen bu ‘çelişki’ ise ışığın olaylar
bazında farklı karakterler göstermesi şeklindeki modern yorum ile çözüldü.
1900’lü yılların başlarında yaşanan tüm bu gelişmelerden
sonra, nihayet Kuantum Fiziği’nin garipliklerle dolu dünyasına adım atabilir ve
gerçeklik algımızı sarsacak olan bilimsel teorileri incelemeye başlayabiliriz.
Tabii bir sonraki yazıda…
----------------------------------------------------------
Kaynakça
Yrd. Doç. Dr.
Kubilay Kaptan (2017) Kuantum Teorisinin Yorumu ve Doğanın Rolü, Mehmet Akif Ersoy
Üniversitesi Uygulamalı Bilimler Dergisi, 1 (1) sf. 19-28 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/358092
Prof. Dr.
Kerem Cankoçak, Kuantum Fiziğine Giriş, www.bilimvegelecek.com.tr, Erişim: 18 Kasım
2020 https://bilimvegelecek.com.tr/index.php/2015/05/01/kuantum-fizigine-giris/
“Heisenberg
Belirsizlik İlkesi Yanlış Mı?”, www.khosann.com, Erişim: 18 Kasım 2020 https://khosann.com/heisenberg-belirsizlik-ilkesi-yanlis-mi/
Alper Tektaş,
Kuantum Mekaniğinin Doğuşu, www.bilimoloji.com, Erişim: 18 Kasım 2020 https://www.bilimoloji.com/kuantum-mekaniginin-dogusu/
Kuantum
Kuramına Genel Bir Bakış, www.bilimfili.com, Erişim: 19 Kasım 2020 https://bilimfili.com/kuantum-teorisine-genel-bir-bakis
Bu Gerçek
Olamaz! : Kuantum Fiziği – Çift Yarık Deneyi (video), youtube.com, Bebar Bilim,
Erişim 18 Kasım 2020 https://www.youtube.com/watch?v=jMtqToOsO90
Bilime
Adanmış Bir Ömür - Marie Curie Belgeseli (video), youtube.com, Bebar Bilim,
Erişim 19 Kasım 2020 https://www.youtube.com/watch?v=6PZ9IE9LIeQ&t=786s